Quantcast
Channel: tyler durden
Viewing all 129 articles
Browse latest View live

SON OSMANLI

$
0
0

Yine uzun bir aradan sonra tüm canlara selamlar.
Özledim sizi.

Ben de bu dünyanın oksijenini soluyan bir insan olarak elbetteki hayat meşgalelerine sahibim. Dünyanın gidişatı, zorunluluklar, insanlar derken bazen her şeyden kopuyor insan haliyle. Maillerimi her kontrol edişimde gelen binlere yakın mesajı gördüğümde, hiç tanışmadığım binlerce arkadaşımın olduğunu fark ettim.

İnsan psikolojisi üzerine baya baya kafa yoran biriyim, bu yüzden insanların hareketlerini, sözlerini ve davranışlarını analiz ediyorum uzun zamandır. Yine psikopata bağladım diyebilirim, zira düşünceleri okumaya kadar ilerlettim bu işi. Hatta insan ve davranış psikolojisi üzerine bir kitap çalışmam da olacak yakında Allah'ın izni ve sizlerin de dualarıyla.


Epey bir ara verdim ama ard arda birçok yazı yazmayı düşünüyorum. Çevresine biraz olsun elit görünebilmek için bir palyaçonun yaptığından daha fazla şebeklik yapan insanları, kendilerini bu ülkenin sahibi gören ama hayatlarının beş dakikasında bile bırak bu ülkeyi, evindeki tuvalete bile bir faydası dokunmamış olan iki yüzlü Amerikan çakması Che Guevara'ları; at gözlüklü olmaktan, ön yargıdan bahsedip de gece yatarken bile at gözlüklerini çıkarmayan ve kendi ön yargılarıyla dost olmuş denyoları anacağım bol bol. Hepsinden biraz döktürücem ortaya.
Hakkında tek bildiği ismi ve kolunda bir resmi olduğu..
Uzun süre yazmayınca insanın kafasında çok şey birikiyor. Benim de öyle oldu. Ama elimden geldiğince ve Allah izin verdikçe her birini yazacam inşallah.


Şimdi o zaman ufaktan bir girizgah yapalım konumuza doğru.
Ülke hakkında konuşalım bugün.
Vatan kavramı üzerinde duralım biraz.
Ve birlikte bi sosyal deney yapalım; kafamızdaki kavramlar değişmiş mi, yoksa hala aynı mı?
Ben ''vatan'' derken neyden bahsediyorum, sen ''vatan'' denilince ne anlıyorsun, ona bakalım biraz.
Biraz tarihi kurcalayalım, biraz flaş bek yapalım, biraz da bugüne dair birkaç kelam edelim.
Bakalım aramızdaki fark neymiş, neden anlaşamıyor muşuz..

Şimdi en başından başlayalım.
Şu resme bi bakalım önce;


Gördüğünüz üzre bu, Osmanlı Devleti haritası. Şuanki Anadolu toprakları da dahil olmak üzere Avrupa, Afrika ve Arap Yarımadasının yarısı Osmanlı toprağıydı. Tabi aradan zaman geçti, bu bin yılın en büyük sanal dalgası milliyetçilik adı altındaki ırkçılık sebebiyle milletler ayaklandılar ve Büyük Britanya'nın desteğiyle Osmanlı'dan ayrıldılar ve ''sözde'' bağımsızlıklarını ilan ettiler. Sanki kölelerdi anasını sattığımın dallamaları. Kendilerine ''bağımsızlığınızı ilan etmelisiniz, Osmanlı'dan ayrılmalısınız'' diyenler, bu küçük ülkecikler Osmanlı'dan koptuğunda adeta sürüden ayrı kalmış ceylanı kapan aslan gibi, her şeyleriyle bu ülkeleri ellerine geçirdiler. Onları bağımsızlıkla kandırıp, kendi köleleri haline getirmiş oldular. Fakat daha önceki yazılarda bahsettiğim gibi; insanları bağımsızlıkları adına ayaklanmaya teşvik ederseniz, baştaki adamları kendi isteğiniz doğrultusunda değiştirebilirsiniz. Çünkü halk bunu kendilerinin başardığını sanacaktır. Böylece epey uzun bir süre size sorun çıkarmazlar. Çünkü o halka sorarsan, ''baştaki adamları biz indirdik'' derler, kendilerini buna inandırırlar.


Nitekim de batının, sömürdüğü ülkelerin liderlerini indirmek için halk ayaklanmalarına ihtiyacı vardır. Çünkü dünyaya ''bu herifi indirmek istiyoruz'' diyemezler elbette, bunun yerine ''halk böyle istiyor, bu da en doğal ve demokratik hakları'' derler. Bu sebepledir ki, değişiklik yapmak istedikleri ülkelerde halk ayaklanmaları organize ederler. Bu bazen bir azınlık olur, bazen her zaman ayaklanmaya hazır olan muhalif gruplar olur; ama ne olursa olsun her zaman %99 oranında gençler olur. Çünkü hayattaki tek tecrübeleri okul ve sokaklar olan bu genç insanlar, içlerindeki maceracı ruhla ve izledikleri V For Vandetta gibi filmlerle; sokağa çıkıp, kaldırım taşlarını söküp, özgürlük naraları atarak dünyayı kötü kalpli insanlardan arındırabileceklerini sanırlar. Kısacası, gençler kandırılmaya veya kullanılmaya en yatkın insanlardır.

Her neyse.
Dönelim Osmanlı'ya.

I. Dünya Savaşı ismi kafanızı karıştırmasın, bu savaşın asıl adı ''Osmanlı topraklarını parçalama, bölüşme ve sömürge elde etme savaşı''dır. Çünkü Dünya Savaşı isimli bu savaşın gerçekleştiği yer yalnızca Osmanlı toprakları olmuştur. Sebebi de çok basittir. Gerçekleşen sanayi devrimi sonrası, sanayileşen batıda ham madde ihtiyacı doğmuştur ve nerede ne kadar ham madde varsa hepsi Ortadoğu topraklarındadır; petrol, altın, gümüş, fildişi, elmaslar, kömür, doğal gaz, ipek vs vs...


Bin yıl önce başlayan Haçlı Seferlerini hatırlayın. Şuan bizim yaşadıklarımız, bin yıl önce bu topraklarda yaşayan insanların yaşadıklarıyla tamamıyla aynı. Batı, sahip olmadığı zenginlikler için bu topraklara tarih boyunca saldırmış ve bu toprakların zenginliklerini sömürmüştür hep. Bizlere tarih kitaplarında Haçlı Seferleri başlığı altında birçok savaş gösterirler ama I. Dünya Savaşını buna dahil etmezler. Nedenini düşündünüz mü hiç? İlk yapmanız gereken şeyi söyleyeyim size; bunu bir düşünün..


Tam 300 yıl bu plan üzerinde çalıştılar; İslam Birliğini parçalamak.
Bildiğiniz üzre İslam Birliğini kuran Yavuz Sultan Selim'dir. Bazı akıl fukaraları ve her şeyi kendilerinin bildiklerini düşünen ama karşılıklı konuşmaya kalksan seninle beş dakika tartışamayacak kadar az bilgiye veya belgeye sahip olan denyolar Yavuz Sultan Selim hakkında olumsuz düşünürler.


Neymiş efendim alevi katliamı yapmışmış, neymiş efendim Kürtlere beddua etmişmiş, neymiş efendim kendi oğlunu öldürmeye çalışmışmış, neymiş efendim küpe takmışmış... Gönlünde aslında iman yerine küfür olan bazıları bu gibi şeylere her zaman kendilerini inandırmışlardır. Bu adamdan nefret etmek için de bundan daha güzel bir sebep olabilir mi; adam İslam Birliğini kurdu, daha nolsun hacı?
Konuya dönelim yine.
300 sene boyunca üzerinde çalıştıkları planlarını 1914 yılında resmen hayata geçirdiler. Fakat onlar, bu savaşı daha başlamadan önce kazanmışlardı zaten. Zira Osmanlı Devleti'nin içine soktukları ajanlar zamanla devleti ele geçirdiler. Numara da hep aynıydı; milliyetçilik, modernlik, çağdaşlık, medeniyet..


Jön Türkler dediler kendilerine.
Devlet tarafından Avrupa'da eğitim almaya, Avrupa'nın nesi var nesi yok görmeye gönderildiler. Fakat şaşalı Avrupa hayatına, içkiye, kadınlara, sosyeteye o kadar kendilerini kaptırdılar ki; yalnızca teknolojik gelişmeleri değil Avrupa'nın sosyal hayatının da alınması gerektiğine inandılar.

İnandırıldılar.
Bilhassa İngiltere tarafından da sürekli desteklendi ve finanse edildiler. İngiltere her bölgeye milliyetçilik akımını savunan ''okumuş, aydın, elit'' ajanlar yerleştirmişti. Arapların içine Arap aydınlar, Bulgarların içine Bulgar aydınlar, Yunanların içine Yunan aydınlar, Sırpların içine Sırp aydınlar, Türklerin içine Türk veya Türk görünümlü aydınlar.. Abdullah Cevdetler, Ahmed Rızalar, Tunalı Hilmiler, Yusuf Akçuralar, İbrahim Temolar vs vs..


Okuldaki mide bulandırıcı tarih derslerinden hatırladığınız kadarıyla Tanzimat ve Islahat Fermanları hakkında az çok bilgi sahibisinizdir. Özellikle Fransız İhtilali ile başlayan milliyetçilik ve demokratikleşme furyası tüm dünyaya pazarlanmıştı. Batı, tıpkı bugün yaptığı gibi ''bakın yeni bir şey ortaya atıyorum, bunu siz de kullanmalısınız'' demişti dünyaya. Kendi görüşlerinin tetikçiliğini yapacak ''aydın'' isimli ruhunu satmış insansı varlıklar çıkardılar ortaya. Bugün batılılar okültik gizli örgütlerin kurucuları olan GalileiAdam Weishaupt gibi aydınlarını hala nasıl seviyor, koruyor ve asla haklarında kötü bir şey düşünmüyorlarsa; aynı durum bu ülkedeki aydın ve elit olduklarını sanan, kendilerini modernist, çağdaş olarak tanımlayan at gözlüklü diplomalı cahillerin ve çağdaş yobazlar için de geçerli.


Aydınlanma Çağı dedikleri bir çağ var ya hani, bizim bütün okült gizli örgütlerin bugünkü hallerini aldıklarını bildiğimiz.. Bir batılıya Aydınlanma Çağı dedikleri bu çağın aslında koca bir oyunun parçası olduğunu asla ve kat'ha anlatamazsın. Çünkü adamlar bilim adamıdır. Çünkü adamlar devrimlerde en büyük rolü oynamışlardır. Pozitif bilim demişlerdir. Demokrasiyi kurmuşlardır. Ulus devlet kavramını ortaya çıkarmışlardır. Bu adamlar hiç kötü olabilir mi?


Gelin aynı olayı bizim ülkemize kopyalayıp yapıştıralım.

Şinasi'yi duymuşsunuzdur okulda mutlaka. Şair ve gazetecidir, çevirmendir, tiyatro yazarıdır. On parmağında on marifet vardır. Edebiyat tarihimizde sürekli övülen kilometre taşlarındandır kendileri. Sonra Namık Kemal'i bilmeyeniniz zaten yoktur. Ahmet Midhat Efendiler, Tevfik Ebüzziyalar falanlar filanlar.. Bunlar genelde sadece edebiyat alanında meşhur olanlardır. Fakat işin ilginç tarafı, bizdeki aydın isimleri adamların büyük çoğunluğu asker veya siyasetçi altyapısına sahiptir. Örneğin; Falih Rıfkı AtayZiya PaşaTalat PaşaCemal PaşaMidhat Şükrü BledaEnver PaşaMidhat Paşa ve daha bir sürü asker veya siyaset adamı..
Namık Kemal
Bugün sahip olduğumuz eğitim sisteminin içinde bu adamların her biri birer hürriyet kahramanı, birer vatansever ve birer aydındır. Tıpkı batıda Aydınlanma Çağını başlatan aydınlar gibi, bu adamlar da bu topraklarda bir çeşit aydınlanma çağı başlatmışlardır kendilerince. Ve tabii ki kurdukları sistem tıpkı batıda olduğu gibi hala devam etmektedir, bu yüzden de sistemin iyi adamlarıdırlar.


İttihat ve Terakki'nin babalarından biri sayılan Midhat Paşa'yı hatırlayın. Abdülaziz Düşerken isimli yazıda epey bir bahsetmiştik kendisinden. Yahudi olduğundan, bir mason olduğundan, Sultan Abdülaziz'i tahttan indirip sonra da intihar süsü vererek şehit eden grubun başında olduğundan bahsetmiştik. Hatta size 5 bölümlük, her biri yaklaşık 30 dakikadan oluşan çok güzel bir dizi-belgesel tavsiye edeyim; Kirli Oyunlar. Gerçekten güzel ve  kaliteli bir yapım, izlediğinize asla pişman olmazsınız.


Şimdi konuyu birazcık değiştirip, araya birkaç şey sıkıştırıcam.
Tanzimat ve Islahat Fermanlarından bahsederken okulda şunu öğrenmiştik hatırlayın;
''Bu fermanlar Avrupa'nın baskısıyla hazırlandı, böylece Avrupa'nın Osmanlı'nın iç işlerine karışabildiğini görüyoruz.''


Bunun böyle olduğu çok açık zaten, üzerine yorum yapmaya gerek yok. Fakat ben sizin şimdi başka bir pencereden bakmanızı sağlıcam. Avrupa'nın baskısıyla hazırlandı bu fermanlar, yani bu dasyatmalar batılı devletlerin işine geliyordu. Burası tamam. Peki bu fermanları Osmanlı'nın içinde kim hazırladı? Kim bu fermanları destekledi? Kim bu fermanların çok iyi olduğunu savundu? Eğer biraz dikkatli bakar ve üzerinde düşünürseniz, yazının sonunda size anlatmak istediğim şeyi şimdiden anlarsınız..


Saydığım tüm bu adamlar Osmanlı'da kendilerini aydın olarak tanıtan adamlardı. Zira tarih kitaplarında ve derslerinde de aynı şekilde tanıtıldılar bize. O gün de, bugün olduğu gibi ''demokrasi, özgürlük, eşitlik'' gibi kelimelerin, kavramların savunucusu olarak tanıtıldılar. Gelin şimdi bu adamların vatan, hürriyet, ittihat ve terakki -ki anlamı birleşme ve ilerleme demektir- demokrasi, eşitlik kavramlarına birlikte bakalım.

19 Nisan 1909...
Yıldız Sarayı...
İttihat ve Terakki Cemiyeti önderliğindeki Hareket Ordusu, Selanik'ten yola çıkıp Yıldız Sarayı'nı kuşatır. Ermeni, Yunan, Arnavut, Bulgarların çoğunlukta olduğu bir grup silahlı sarayı kuşattıktan sonra Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirirler.

Aynı tarih..
Yıldız Sarayı..
Sultan II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra İttihat ve Terakkinin başını çektiği darbeci grup, Yıldız Sarayı yağma eder. Saraydaki tüm mücevherleri, değerli eşyaları, yiyecek ve giyecekleri yağmalarlar.

23 Ocak 1913..
Hükumet konağı, Bab-ı Ali..
İttihat ve Terakki Partisi, yanındaki bir grup silahlı askerle dönemin hükumet konağına girer ve içeridekileri öldürerek darbe yapar. Böylece hükumeti eline geçirir.

Darbenin hemen ardından da, hareketin lideri olan Enver Paşa, Britanya Askeri Ateşe'si Frederick Tyrrel ile manidar bir görüşme yapar elbette; Link


Sultan Abdülhamid'i, devleti istibdat ile yönettiği gerekçesiyle suçlayan İttihat ve Terakki, ellerindeki silah gücüyle sürekli darbe yapmış ve kendi aleyhlerinde en ufak bir propagandaya, bir muhalefete izin vermemiştir. Tıpkı 1950, 1980, 1997 darbelerinden sonra olduğu gibi. Tıpkı bugün Mısır'da silah zoruyla hükumeti deviren vandalların, şuan hiçbir aleyhte propagandaya yayına veya muhalefete izin vermemeleri gibi. Bunun böle olduğunu tahmin etmek için Einstein olmaya gerek yok.


Üç Paşalar dönemi olarak bilinen bir dönem vardır. Enver, Talat ve Cemal Paşalar, Bab-ı Ali baskınından sonra, Osmanlı çökene kadar ülkeyi yönetmişlerdir. Devletin kontrolü tamamıyla İttihat ve Terakkinin eline geçmiştir.


İttihat ve Terakki'nin kurucularından biri olan Enver Paşa..
Kendisi 31 Mart darbesinde de rol oynamıştı tabii ki. O sırada Berlin'deydi. Zira kendisi ve tüm İttihat ve Terakki avenesi bildiğiniz üzere Alman hayranlarıydı.

Osmanlı Devleti'ni I. Dünya Savaşı'na sokan isimlerin başında geliyordu ve üstüne bir de Bab-ı Ali baskınını yapmıştı.


Fakat Enver'i uzunca bir konuşmak lazım aslında. Hepimizin bildiği Sarıkamış Harekatı var ya hani, binlerce askerimizin savaşamadan, soğuktan donarak öldüğü o harekat.. O harekatın emrini veren Enver Paşa'dır.


Talat Paşa...
İttihat ve Terakki'nin kurucularından..
Türkiye'deki ilk mason üstadı.. Link

Cemal Paşa...
İttihat ve Terakki'nin kurucularından..
Dönemin yüksek derecedeki masonlarından elbette.. LinkLinkLink
Üç Paşalar iktidarındaki üç paşadan biri.
I. Dünya Savaşı'nda ''Filistin Cephesi''nin başında yer almış ve savaşın kaybedilmesinin baş müsebbibi olarak suçlanmıştır.
31 Mart Vakıasında Hareket Ordusunun başındaki isimlerden.
1912'de, tümeniyle birlikte Balkan Savaşı'na katılmış ve çok ağır bir yenilgi almıştır.
I. ve II. Kanal Harekatı'nda saldırı emri vermiş ve ikisinde de çok ağır yenilgi almıştır.

Buraya kadar olan bölümden de anladığımız gibi, İttihat ve Terakki'nin tüm kurucuları en yüksek derecedeki mason biraderlerdir. Bir araya gelip ''Tavukları pişiiiiirmişem, orduları çarşıya göndermişeeeemm'' gibilerinden cibilerinden şarkılar dinleyip göbek atmalarıyla ünlülerdir.


Daha birçok İttihat ve Terakkili paşa var I. Dünya Savaşı'nda ordulara komuta eden.
Hafız Hakkı Paşa var mesela. Sarıkamış'taki harekatın başındaki komutanlardan.
Fahrettin Altay, Filistin'deki yenilgi sırasındaki komutanlardan.
İbrahim Çolak, bir diğer komutan..
Kazım Orbay, 31 Mart darbesine katılanlardan ve sonraları TC Genelkurmay başkanlığı yapmış bir kişilik..
Trablus'ta savaşan yüksek rütbeli askerlerden Ali Çetinkaya.. İstiklal Mahkemeleri hakimlerinden.. TBMM'de işlenen ilk cinayet olan Halit Karsıalan cinayetinde, mahkeme tarafından fail olarak kabul edilmiş fakat cezasız kalmış..
Selahaddin Adil, 31 Mart darbesinde görev alan askerlerden birisi..


Ve daha birçok I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı komutanı olan İttihat ve Terakki üyesi var. Çok değil, azıcık, birazcık beyniniz varsa Osmanlı'yı bu savaşa sokan İttihat ve Terakki'nin aynı zamanda bütün kilit noktalardaki paşaları, komutanları eline geçirdiğini, bu pozisyonlara kendi adamlarını yerleştirdiklerini görür, anlarsınız.


''Batılı ülkelerin Osmanlı'nın içişlerine alenen karışması''nı hatırlayın. Evet alenen karışıyorlardı Osmanlı'nın içişlerine. Peki nasıl yapıyorlardı bunu? Ülkemizin tarih tezi bu noktada tam bir geri zekalı ürünüdür. Bir taraftan ''evet Osmanlı'nın içişlerine alenen karışmaya başlamıştı I. ve II. Meşrutiyet ile Batılılar!!'' derken; diğer taraftan da ''Meşrutiyeti ilan edenler vatan ve hürriyet kahramanlarıdır!!'' der çünkü. Eğer batılılar Osmanlı'nın içişlerine meşrutiyetin ilanıyla karışabildiklerini gösterdiyse; demek ki meşrutiyetin ilanını sağlayanlar batılıların bu ülkedeki adamlarıdır, yanlış mı? Bu ülkede meşrutiyeti ilan ettirenler, aslında batıdan aldıkları emirler doğrultusunda bunu yapmışlardır, yanlış mı? Peki neden tarih tezlerimizde, okullarımızda meşrutiyeti ilan eden herifler ''vatan ve hürriyet kahramanları'' sıfatıyla anılıyor? Bu işte bir gariplik yok mu hacı?


Meşrutiyeti kimlerin ilan ettirip, kimlerin Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirdiğine kısaca bir göz atarsak da, size yarım saattir naçizane anlatmaya çalıştığım şey ile karşılaşırız ; LinkLinkLinkLinkLinkLink



Fakat ben Sultan II. Abdülhamid'in tahttan indirilişinin öncesi ve sonrasını başlı başına bir yazı halinde ele alıcam inşallah. Ne zamandır yapacaktım zaten bunu. O yazıda bu konuyu tamamen, en ince ayrıntısına kadar konuşacağız inşallah.

Buraya kadar olan bölümde birçok şey anlamışsınızdır, fakat bir yandan da kafanızda bir sürü soru işareti doğmuştur. Ki bu da çok normal. Mesela, İttihat ve Terakki'nin tüm bunları yapmaktaki amacı ne olabilir?


Naçizane ve acizane anlatmaya çalıştığım kadarıyla İttihat ve Terakki üyesi olan adamların kimler olduğunu biraz olsun anlamışsınızdır zaten. Kurucuları tamamıyla masondur ve kendisi de bir mason yapılanmasıdır zaten. Amaçları da rejimi, yani imparatorluk düzenini yıkmak ve ulus devlet kurmaktır. Türkiye Ulus Devleti. Bu nedenledir ki, her biri birer Türkçüdür. Türkçülük akımının neredeyse bütün savunucuları İttihat ve Terakki üyesidir.


Mesela Ziya Gökalp de bir İttihat ve Terakki üyesidir, hatta Türk milliyetçiliğinin babası sayılır. Peyman isimli bir gazete çıkarır mesela, buram buram Türk milliyetçiliği yapar. Edebiyatta verdiği eserlerde de nitekim aynıdır. Sonra Abdullah Cevdet'in İshak Sukuti'yle birlikte çıkardıkları Osmanlı Gazetesi başlı başına Sultan'ı ve rejimi eleştirir. Milliyetçiliği savunur.Tunalı Hilmi rejim aleyhine çalışan ve milliyetçilik, meşrutiyet gibi kavramları savunan diğer bir aydın görünümlü kaydındır. Yalnızca gazete değil dergiler de çıkarırlar elbette. Mesela Genç Kalemler dergisi meşhurdur. Tevfik Fikret'ler, Halid Ziya Uşaklıgil'ler, Ömer Seyfettin'ler ve daha niceleri İttihat ve Terakki üyesi ve Türkçülük akımı savunucularındandır.

Ziya Gökalp
Yani edebiyat tarihimizde gördüğümüz neredeyse tüm o yazarlar, şairler, tiyatrocular ve daha diğer çeşitli adamlar Türkçülük akımını savunmuşlar, böylelikle de halkın beynine bunu tamamıyla yerleştirmişlerdir. Zira dünyada var olan sistemi yıkmak istiyorsan, önce o sisteme karşı olan aydınlar türetirsin. Basını kullanırsın. Onları pazarlarsın. Böylelikle bir fikir ortaya atar ve o fikri insanların benimsemesini sağlarsın.


İttihat ve Terakki'nin de, kendilerine batılılar tarafından aşılanan amaçları da buydu. Zira Osmanlı Devleti koca bir coğrafyaya, birçok millete hükmeden koca bir imparatorluktu. Ulus devlet fikri ile taban tabana zıttı. Ve biliyorlardı ki, bir sonraki yüzyılın devlet modeli ''Ulus Devletler'' idi. Ve kendi ulusları için bir devlet kurarlar ise vatan, millet ve hürriyet kahramanları olacaklardı. Yeni kurulacak devletin temellerini onlar atacaktı.

Nitekim harfiyen de öyle oldu. Meşrutiyeti ilan ettiren, cihana son hükmeden imparator Sultan Abdülhamid'i hal eden ve Osmanlı Devleti'ni I. Dünya Savaşı'na sokan adamlar, bugün ''Hürriyet Kahramanları'' olarak anılıyorlar.


Bugün Şişli'de, Hürriyet-i Ebediye Tepesi'nde, ''Abide-i Hürriyet'' isimli bir anıt vardır. ''Hürriyet Kahramanları'' anıtı olarak da bilinir. Bütün İttihat ve Terakki'nin önde gelenleri burada gömülüdür bugün.
Midhat Paşa, Enver Paşa, Talat Paşa, Cemal Paşa, Mahmut Şevket Paşa, Atıf Kamçıl, Eyüp Sabri Akgöl, Midhat Şükrü Bleda...


Hürriyet kahramanlarına bakın..
Padişah öldüren, devletin hazinesini yağmalayan, devleti dünya savaşına sokan, seçimi her kaybettiklerinde kanlı darbeler yapıp iktidarı tekrar eline geçiren, ordunun bütün kilit noktalarına adamlarını yerleştiren ve kaybedilen her karış topraktan mes'ul olan adamlar, bugün ''Hürriyet Kahramanları''...

Neyse.
Gelelim kaybedilen I. Dünya Savaşı sonrasındaki duruma.
Osmanlı topraklarını paylaşma yarışı olan I. Dünya Savaşı sonrasında, topraklar galip devletler tarafından paylaşılmıştı. İttihat ve Terakki'ye vaad edilen ulus devlet projesince, bize de elbette ki Türklerin yaşadığı Anadolu toprakları bırakılacaktı. Türkiye ulus devletinin Arabistan'da kurulacak hali yoktu herhalde..


Osmanlı topraklarını paylaşma projesinin adı da Sevr idi.
Fakat gelin görün ki, yakın tarihin en büyük yalanlarından biri bu konu üzerinde söylenmiştir.
''Sevr Anlaşması''

Sevr, bir anlaşma değil projedir. Ve aptal tarih kitaplarımızın yazdığı gibi, uygulamaya konulmadan ortadan kalkmış da değildir. Yüzde yüz olarak uygulanmıştır. ''Olur mu lan Sevr bal gibi de anlaşmaydı anassına satayığımm!!!'' diyen kemalist arkadaşım, kutsal kitabın olan nutuk'u oku.. Tam 15 kez ''Sevr Projesi'' diye geçer. Tam 15 kez Sevr'i bir proje olarak tanımlamıştır Mustafa Kemal.

İsmet İnönü de hatıralarında ''Sevr Projesi'' der. Ulus Gazetesinin 24 Temmuz 1968 tarihli nüshasında yayınlanmıştır.


Tarihin Arka Odası programında Erhan Afyoncu bile şöyle söyler hatta; ''Birileri okullarda hala çocuklara Sevr Anlaşması diye bir anlaşma öğretiyor. Böyle bir anlaşma falan yok, ya da biz tarihçiler bilmiyoruz.''

Prof. Dr. Mehmet Çelik de şöyle der ; ''Sevr diye bir anlaşma falan yoktur. Sevr bir projedir. Osmanlı yani İslam coğrafyasını parçalama ve bölüşme projesi... Okullarda çocuklara öğretilen o haritalar masa başında uydurulmuştır.'' Link ve Link

Link

Konu hakkında iki mükemmel ve tam teferruatlı program var, tamamı şu adreslerde ; Link , Link


Önce şu elmalarla armutları bi ayıralım.
Sevr, I. Dünya Savaşı sonrası Osmanlı coğrafyasını parçalama ve bölüştürme projesidir. Okul kitaplarımızda anlatıldığı ve gösterildiği gibi bir anlaşma değildir. Hele ki kafamıza vura vura dayatılan şu harita, Prof. Dr. Mehmet Çelik'in de, Erhan Afyoncu'nun da dediği gibi tamamıyla masa başında uydurulmuş bir saçmalıktan başka bir şey değildir;


Ulan, Allah aşkına, akıl var, nizam var.

         Şöyle bir devlete, şu yukarıdaki kadar küçük birkaç bin kilometrelik toprak parçası bırakılır mı Allah aşkına? Ya bunu okul kitaplarına sokmak, öğretmenlerin ağzına sakız etmek ve koca bir milleti, koca bir nesli buna inandırmak, o milletle dalga geçmek, alay etmek değil midir? Bizim toprağımız olan Irak'ta, Suriye'de, Arabistan'da, Afrika'da, Avrupa'da koskoca devletler kurdular da, bize yani dünyaya 600 sene nizam vermiş bir imparatorluğun merkezine, üç-beş bin kilometre karelik bir toprak parçası mı vereceklerdi?

Ayrıca kalan Anadolu topraklarındaki o Avrupalı devletler ne yapacaktı onu anlamadım ben? ''New France, New England, New Italy'' diye devletler falan mı kuracaklardı yoksa?

Eğer kendilerine devlet kurmaya meraklı olsalardı, bunu Arabistan'da da, Mısır'da da yapabilirlerdi, ya da Osmanlı'nın diğer topraklarında. Fakat yapmadılar. Savaşta mağlup sayılan Osmanlı'nın topraklarında toplamda 50 devlet kurdular. Link

Afrika ve Arap yarımadası haritasını gözünüzün önüne getirin;


Suudi Arabistan, Yemen, Umman, Irak, Suriye, Mısır, Libya, Cezayir, Fas, Somali, Ürdün vs vs... Bu ülkelerin hepsi Arap ülkesi. Peki neden hepsi Arap ülkesiyken, yeni dünya düzenince tek bir Arap ulus devleti kurulmadı? Çok basit. Birincisi bu bölgeleri ve halkları birbirlerinden ayırarak küçük parçalara böldüler, çünkü böle bildikleri kadar küçük parçalara bölerlerse kolay sömürebileceklerdi. İkincisi de, eğer tek bir Arap ulus devleti olursa çok büyük bir devlet olacaktı. Fakat bu adamların amacı zaten koca imparatorluğu parçalamak, yenisini kurmak değil..

Türkiye de, Osmanlı topraklarında plan gereği kurulan 50 devletten yalnızca bir tanesi..

Bütün Ortadoğu'yu işgal ettiler ama hepsinden birkaç sene sonra çekildiler. Yukarıdaki ucube Sevr haritasının gösterdiği gibi orada devletler kurmuş değiller. İstedikleri cuntayı kurduktan ve sistemi yerleştirdikten hemen sonra ayrıldılar. Ve size çok garip bir şey daha söyleyeyim; bahsettiğimiz ülkelerin hepsi belli tarihlerde ''Kurtuluş Savaşlarını'' kutluyor. Arabistanlılar İngilizleri yendiklerini ve özgürlüklerini kazandıklarını, Libyalılar İtalyanları yendiklerini, Cezayirliler Fransızları yendiklerini ve bağımsızlıklarını kazandıklarını söylüyor ve buna inandırılıyorlar. Tanıdık geldi mi..?


Kafanızda deli sorular... Biliyorum..
Mesela; neden böyle bir anlaşma olmamasına rağmen koca bir eğitim sistemi bu tezin üzerine kurulur? Neden koca bir millet buna inandırılır? Fazla düşünüp beynimize kısa devre yaptırmaya asla ve kat'ha gerek yok. Zira fazla basit.

Şimdi size Misak-ı Milli'yi yani ''Milli Sınırlar''ımızı göstericem. Mağlup sayıldıktan sonra bize ulus devlet kurmaktan başka hiçbir şansımızın olmadığı söylenmişti zaten, bu yüzden Türk ulusu neredeyse, yeni Türk Ulus Devleti de oraya kurulacaktı. Bu yüzden milli sınırlarımız konusunda mutabakat sağlanması gerekiyordu haliyle. O mutabakat da Misak-ı Milli idi;


Sol tarafta, yani birinci resimde gördüğünüz harita asıl ''Misak-ı Milli'' haritasıdır. Şu haritadan da nereleri içine aldığını görebilirsiniz;


Selanik, Filibe, Kayaka, Kıbrıs'ın tamamı, adalar, Halep, Erbil özellikle de; Musul ve Kerkük...


Evet ciğersizler, kabul edilen anlaşmaya göre Musul ve Kerkük ve yanında saydığım tüm o bölgeler ''Türkiye Devleti sınırları içerisindedir!'' Fakat Lozan'da elimizde yalnızca bugünkü topraklar bırakılmıştır. Koskoca bir cihan imparatorluğu, İslam Devleti'nin yıkılışını ve yerine yeni bir devletin kuruluşunu dünyaya ve halka kabul ettirmek istiyorsanız, eskisini olabildiğince kötülemeli ve yenisini de olabildiğince yüceltmelisiniz. Kural budur.

Nitekim olan da buydu.
Belirlenen Misak-ı Milli sınırlarından kabul edilemeyecek kadar tavizler verilmişti ve bu durumdan kurtulmanın, bunu halka kabul ettirmenin tek yolu da ''Sevr anlaşmasının yanında Lozan anlaşması Türk tarihinin en şerefli anlaşmasıdır! Onlar bize Sevr'i dayatmak istediler, ama biz onlara Lozan'ı kabul ettirdik! Kaybettiğimiz toprakların hepsini geri aldık! Bağımsızlığımızı kazandık!!!'' demekti halka ve sonraki nesillere.


Bu yüzden bütün tarih tezlerini bu temele dayandırarak yazdılar, tüm eğitim müfredatını... Devletin ve siyasetin temelini bu fikrin üzerine inşa ettiler. Koca bir nesil bu doğruyla büyütüldü ve yetiştirildi. En önemlisi de bu masa başında uydurulan kahramanlık hikayesi, insanlara savundurtturuldu. İki kere ikinin üç ettiği bu garip denklemde kimse dört rakamına tahammül edemez oldu, hatta insanlar dördü tamamen unuttular.

Biraz önce ''özellikle Musul ve Kerkük'' dedim. Çünkü bildiğiniz gibi Musul ve Kerkük -hatta Erbil'i de katabiliriz buna- petrol kuyusudur. Bu petrole sahip olmanın ne demek olduğunu varın siz hesaplayın. Turgut Özal; ''Musul ve Kerkük bizimdir. Bunu dünya biliyor. Alacağız.'' demişti, kısa süre sonra da kalp krizinden (!) gitmişti, hatırlarsınız. E tabi olur öyle. İnsanın kalbi dayanmaz böle şeylere, gidiverirsin birden.. Senin olan toprağı almak istersen, cumhurbaşkanı bile olsan oracıkta başını ezerler.

Her neyse.
''Sevr Anlaşması'' safsatası işte bu yüzden ortaya atılmıştır. Çünkü bu safsata tezi ortaya atılmasaydı, Lozan Anlaşması ile kaybedilen toprakların hesabını asla veremezlerdi. O an ellerinde bulunan askeri güç ile bunu sağlayabilseler de, bu yalnızca çok kısa süreli bir çözüm olurdu. ''Yalan ne kadar büyük olursa, inanan da o kadar çok olur.'' demiş Hitler. Bu konuda tecrübeli olan bu adam, tecrübelerine dayanarak söylemiş bu lafı. Harika da bir tespit olmuş doğrusu. Şöyle düşünün; sokakta süt satan bir seyyar satıcının, sattığı sütün içine su koymuş olabilme ihtimali herkesin aklına yatar. Çok basit bir fikirdir. Biri bunu duyduğunda asla ''hadi canım yok artık'' falan demez. Tam tersine çabuk inanır. Fakat, ülkenin ya da dünyanın en büyük süt fabrikalarından birinin, sattığı sütlerin içine su kattığını söylersen, insanlar ''yok artık, koskoca firma yapar mı öle şey'' diyecektir. Bu her zaman ve her yerde böyledir. Asla değişmez. Çünkü insan, her yerde insandır. Ki bu da, dünyaca ünlü markalara her zaman çok daha fazla kar etmeleri için hile yapma fırsatı verir. Çünkü kimse bu kadar büyük ve elit markaların böyle bir şey yapacağına imkan vermez. Halbuki o dünyanın en pahalı, en elit markaları; dünyanın en ucuz, en adi mallarıyla aynı yerde dikiliyor veya işleniyordur.. Fakat biri Zara etiketi taşıyor, diğeri Kardeşler tekstil.. İnsanoğlu da bu ya, etikete gidiyor işte..

Yine her neyse.
Buraya kadar olan kısımda ufak bir toparlama yapalım.
İngiltere ve Fransa başta olmak üzere, batılı ülkeler Osmanlı'nın iç işlerine müdahale etmeye başlamışlardı. Bunu da Osmanlı'nın içine soktukları Jön Türkler, Yeni Osmanlılar, Genç Osmanlılar gibi gruplarla yapıyorlardı. Devletin içine sokulan bu gruplar aydın ve modern görünüşlü kimseler olup, çağa ayak uydurmak için tamamen batılılaşmak gerektiğini savunuyorlardı. Bunun için de komple rejimi değiştirmeyi düşünüyorlardı. Bugün bile hala etkisini devam ettiren milliyetçilik akımı ile, kendilerine ulus devletler vaad edilmişti bu aydınların. Bir sonraki yüzyılın yeni dünya düzeninden bahsedilmişti ve bu dünya düzeninde imparatorlukların olmayacağını, yeni düzende her yerde ulus devletler kurulacağını ve dünyanın ancak bu şekilde refaha kavuşacağını anlatmışlardı onlara. Ve 1800'lü yılların ortalarında başlayan bu hareketlerin tek amacı Osmanlı'yı yıkıp yerine ulus devletler kurmaktı.


Ve dikkatinizi çekti mi bilmem, II. Meşrutiyet'in ilanı olan 1908 yılı hem masonlar, hem de bugünün İttihat ve Terakki'cileri tarafından kutlanır. ''Cumhuriyet'i biz 1908 yılında ilan ettik'' derler. LinkLink

Peki neden II. Meşrutiyet'in ilanı olan 1908'i cumhuriyetin kuruluşu olarak görürler?
Çünkü 1908 yılında Sultan Abdülhamid'e zorla ilan ettirdikleri Meşrutiyetten sonra İttihat ve Terakki, devletin yıkılışına kadar iktidarı ve devletin tüm kontrolünü eline almıştır, hatta sonrasında bile..

Kaba taslak olarak şöyle bakalım;

  • 1908 yılında II. Meşrutiyet'i ilan ettirdiler.
  • 1909 yılında Sultan II. Abdülhamid'i tahttan indirdiler.
  • 1913'de Bab-ı Ali baskınıyla darbe yapıp tekrar yönetime geçtiler.
  • Bu darbenin hemen ardından da Osmanlı Devleti'ni I. Dünya Savaşı'na soktular.

Bugün okullarda bize ''demokratikleşmenin en önemli adımı'' olarak anlatılan II. Meşrutiyet, yıkılışın en büyük fiili adımıdır. Çünkü II. Meşrutiyet'ten sonra padişahın yetkileri çok fazla sınırlandırılmıştı. Bugünkü cumhurbaşkanı gibi bir şeydi yani. Fakat daha önemli olan şuydu; kurulan meclisin neredeyse tamamına yakını Ermeni ve Yahudi'lerden oluşuyordu. O meclis Osmanlı'yı yıktı, o meclis Osmanlı'nın borçlarını katladı, o meclis Osmanlı'yı I. Dünya Savaşı'na soktu. Çünkü İttihat ve Terakki denilen mason ve Yahudi yuvası, devletin kontrolünü tamamıyla eline geçirmişti. İşte tam da bu yüzden II. Meşrutiyet'in ilanı olan 1908 yılı tüm masonlar tarafından kutlanır. LinkLink 


Aramızda tarih farkı var..
Bugün kalkıp özgürlük naraları atanlarla, ''tam bağımsız Türkiyee'' diye bi tarafını yırtanlarla, ''bağımsızlığımız tehlikedeee!!'' diye yırtınanlarla aramızda tarih farkı var.

Biz I. Dünya Savaşı'na yirmi milyon kilometrekare toprakla girmiş ve yedi yüz bin kilometrekare civarı bir toprakla çıkmışken, kimse bu savaşı kazandığımızı söyleyemez. Bunu söyleyen, söyleyebilen ancak ve ancak size yarım saattir acizane anlatmaya çalıştığım İttihat ve Terakki kafasına sahip olanlar olabilir. Çünkü adamların amacı zaten ulus devlet kurmak ve yönetimi ellerine geçirmekti. Buna da ''hürriyet'' dediler, ''istiklal'' dediler. Osmanlı'yı birinci elden yıkan adamlar için Abide-i Hürriyet diye bir anıt inşa ettiler ve doksan yıldır bu adamları hürriyet şehitleri olarak anıyorlar.


1923'te de bu milletin bağımsızlığı resmi olarak 100 yıllık bir anlaşma ile satıldı. Kendilerini özgür sanan kölelere sesleniyorum şimdi;
  • Neden boğazlarımızdan tek kuruş para kazanamıyoruz?
  • Neden boğazlarımızdan her ülkenin ticaret ve savaş gemisi bizden izin almaksızın geçebiliyor?
  • Bu nasıl bir özgürlük, bağımsızlık ki kendi boğazlarımızdan geçen gemilere ''hayır geçemezsin'' ya da ''dur lan nereye gidiyosun, arama yapacam'' diyemiyoruz?
  • Neden bu sömürü düzeninin, Yahudilerin, masonların ve yeni dünya düzeninin karşısındaki en büyük engel olan hilafet yıkıldı?
  • Neden Misak-ı Milli topraklarımızı bile Lozan'daki masada bırakıp geldik?
  • Musul, Kerkük, Selanik, Erbil, adalar, Kıbrıs ve daha birçok toprağımız şuan nerede?
  • Neden bu halk arasında ''ya bizde altın da var, doğal gaz da var, petrol de var, bor da var. Ama dış güçler izin vermez çıkarmamıza, o yüzden çıkaramıyoruz.'' diye bir inanç vardır? Ve bu inanç doğru mudur, değil midir?
  • Bağımsız bir devlet nasıl olur da kendi doğal kaynaklarını kullanamaz?
  • Bağımsız bir devlette nasıl olur da halkın seçtiği hükumetler her on senede bir askeri darbe ile devrilir?
  • Nasıl olur da her darbe sonunda ülke ekonomisi dibe vurur?
  • Nasıl olur da ülke içindeki birkaç aile, birkaç banker bu ülkeyi el altından yönetebilir?

Tüm bunlar olurken kalkıp da bana ''biz 1923'te bağımsızlığımızı ilan ettik, yedi düveli yendik!!!!!!!!'' diyen, özgür görünümlü köle ağzına sahip olan insanlarla aramızda tarih farkı var. Tarih farkı olduğu için de, bugün de aramızda fark var. Onlar özgür olduklarını ama özgürlüklerinin tehlikede olduğunu sanıyorlar, biz ise özgürlüğümüzün zaten satıldığını biliyor ve bunu geri almaya çalışıyoruz. Bu yüzden, bu insanlarla tarih farkı olduğu sürece asla bugün de aynı düşünceye sahip olamayacağız, burası çok açık.


Eğer akıl tutulması yaşamıyorsanız, çocukluğunuzdan beri, anaokulundan beri sizi hipnoz eden eğitim sistemi tarafından tamamıyla ele geçirilmemiş ve biraz olsun sorgulayabiliyorsanız; hilafetin ilga ediliş nedenini düşünmelisiniz. 

Bağımsızlığını kazanan bir ülke, nasıl olur da batılı devletlerin tüm dünyayı sömürme planlarının önündeki tek ve en korktukları engel olan hilafeti ilga eder? İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı ülkelerin tüm sömürgeleri İslam coğrafyası üzerindeydi. Ortadoğu, Afrika, Arap yarımadası.. Bütün petrol, altın, gümüş, doğal gaz ve diğer yeraltı kaynakları bu coğrafyada idi. Ve bu yüzden batılıların en korktuğu şey hilafetin devam edip de, halifenin cihad-ı ekber ilan etmesi idi. Çünkü hilafet yıkılmadığı sürece, yıkmak için geldikleri İslam birliği yıkılmamış olacaktı. E İslam birliği olan hilafeti yıkmayacaklarsa, bu savaşı neden yaptılar ki?

Tabi değinmeden edemeyeceğim bir husus daha var. 
Bazı bidon kafalılar; ''Bak Atatürk hilafet için biz kendimiz karar veremeyiz diyor, biz tek başımıza hilafet hakkında karar verme yetkisine sahip değiliz diyorrrr!!!!!!!!!!!!!!!!!!!! '' diyor 
(diyor diyor diyor ne anasını satayım).


E peki ben de şöyle sorayım; Madem hilafet konusunda tek başımıza karar veremeyeceğimiz iddia ediliyor, nasıl oldu da kendi başlarına karar verip de ilga ettiler? Hani kendi başımıza karar veremezdik? Hilafet ilga edilirken Müslüman alemine soruldu mu? Bu nasıl bir çelişki peki? Kendi başımıza karar veremeyiz diyenler, kendi başlarına karar verip hilafeti ilga ettiler. Bugünün bidonları da bunu savunmakta.

Son Halife Abdülmecid Efendi
Hilafetin ilga edilmesi, batılıların Türkiye Devleti'ni tanıma şartlarından bir tanesi idi. Biraz tarih bilen bunu da bilir. Milyonlarca kilometrekare toprak kaybettiğimiz yetmemiş gibi, İslam devletinin yıkılması yetmemiş gibi, İslam birliğinin parçalanması yetmemiş gibi, Misak-ı Milli'den de vermediğimiz taviz kalmamış gibi, boğazlarımızın hakimiyetini kaybetmemişiz gibi, üstüne bir de hilafeti yıktılar. Yıktırdılar. İşte tarih kitaplarımızın, hocalarımızın ve kaydın aydınlarımızın öve öve bitiremediği ''Lozan Zaferi'' !

Sizin bağımsızlık anlayışınız bu mu?


Fakat kısaca bir şey diyeyim;
I. Dünya Harbine katılan milyonlarca Osmanlı vatandaşı, unutmayın ki, hilafeti ve halifeyi, Hanedan-ı Ali Osman'ı kurtarmak için bu savaşa girdiler. Ulus devlet kurmak için değil. Eğer ulus devlet kurmak için savaşa girselerdi, şöyle bir resim olmazdı;

Bu askerlerin oraya Türkiye Ulus Devleti kurulsun diye gitmedikleri, bunun savaşıp canlarını feda etmedikleri çok açık di mi..


Bir Arapı, bir Afrikalıyı oraya yalnızca hilafet uğruna edilen, din uğruna edilen mücadele getirebilir. Öyleydi de. Türkü, Kürdü, Arapı, Afrikalısı, Asyalısı ve Avrupalısı hepsi birlikte savaştılar. Hilafeti, İslam devletini ve birliğini koruyabilmek için.. Ama yıllar sonra ulus devletler kuruldu ve ''Türkiye yalnızca Türklerindir!'' denildi. Toprağa düşen bu şehitlere, onların canlarına, kanlarına, inançlarına ve uğrunda hayatlarını feda ettikleri fedakarlık ve sadakatlerine ihanet edildi. Bu topraklar yalnızca Türklerin değil sevgili kardeşim. Bu topraklar, bu uğurda savaşıp ölen herkesin.


Dikkat çekici bir başka ayrıntı söyleyeyim size.
1800'lü yıllardan I. Dünya Harbine kadar olan bölümde İttihat ve Terakki'nin sürekli devlet işlerine karıştığı ve darbelerle sürekli iktidara geldiğini görüyoruz. Peki dünya harbinden sonra İttihat ve Terakki'ye ne oldu, bileniniz var mı?

Ben söyleyeyim 1 Kasım 1918'de parti kendisini lağvetti. 2 Kasım'da yıllarca ülkeyi babalarının malı gibi yöneten Talat, Enver ve Cemal Paşalar yurt dışına kaçtılar. İşte vatanseverler! İşte hürriyet kahramanları! Cumhuriyetin atası olan, demokrasinin jönleri olan bu hürriyet kahramanları (!), görevleri bitip, İstanbul işgal oluncaya kadar, Devlet-i Ali Osman yıkılana kadar, kendilerine verilen görevi en iyi şekilde yaptılar. Gerek hileyle, gerekse kanla yönetimi ele geçirdiler. Yönetimi ele geçirmek önemliydi çünkü, savaşa ancak bu şekilde girilebilirdi. Kilit noktadaki tüm yüksek rütbeli paşalar, askerler ancak bu şekilde değiştirilebilirdi.

Nihayetinde de İstanbul'un işgalinden 6 gün önce partiyi lağvettiler, ertesi gün de itilaf devletleri himayesi altında ülkeden kaçtılar.

7 Kasım 1918'de de İngilizler İstanbul'a ulaştılar.


Bir ayrıntı daha söyleyeyim size.
Çünkü hipnoz edilmiş insanlar olarak hepimizin biraz olsun gözümüzü açıp, şu içinde bulunduğumuz narkozdan uyanmamız gerekiyor. Bir şeylerin ters olduğunu fark etmemiz lazım, eğer bilincimiz yerine gelirse, narkozun etkisinde olduğumuzu anlayabiliriz çünkü.


Doksan senedir anlata anlata bitiremediğimiz bir Çanakkale Zaferi'miz var bizim değil mi... 1914-15 arasında.. O savaşta iki yüz binden fazla şehit verildi. Bu vatanın evlatları, vatanlarını ve dinlerini korumak amacıyla koşa koşa ölüme gittiler. Ve çetin de bir zafer kazandılar. Buraya kadar her şey güzel. Okullarda bize ''Çanakkale geçilmez!!!'' diye öğrettiler hep. Fakat gelin sizi acı bir gerçekle daha yüzleştireyim;


1915 yılında kazanılan Çanakkale zaferi, bugün ''Çanakkale Geçilmez'' sloganı altında kutlanır.

Fakat 1915'te kazanılan zafer, yerini ihanete bırakmıştır. Aradan iki buçuk-üç sene geçer ve İngiliz ve Fransız kuvvetleri, 1918 yılında Çanakkale Boğazı'ndan başkent İstanbul'a girer..

Hiçbir zorlukla veya askerle karşılaşmadan..

Yani 1915'te kazanılan Çanakkale zaferi, birkaç sene sonra birkaç vaatle satılmıştır.


İtilaf Devletlerinin Çanakkale'ye saldırma amaçları, Çanakkale Boğazı'ndan geçerek başkent İstanbul'a ulaşmaktı. Bunu savaş meydanında yapamadılar. Ama masa başında çok daha kolay bir şekilde yaptılar. Çanakkale 1918'de geçildi ve İngiliz ile Fransız birlikleri İstanbul'a ulaştı. 465 yıl başkent olmuş İstanbul, ilk kez düşman askerleri tarafından işgal edildi. Ve İngilizlerin yaptığı açıklamayı size söyleyeyim;

''İşgal geçicidir. İngiliz askerleri, İstanbul'a padişahlığı ve hilafeti korumak ve güçlendirmek için girmiştir.''

Bu açıklamanın üzerine biraz düşünün..


Bağımsızlığı ilan ettiğini düşünen, bağımsız olduğunu düşünen kardeşim, bu şarkı sana gelsin..
Farkında olarak veya olmadan bugünün İttihat ve Terakkiciliğini yaparak, hala ''Çanakkale Geçilmeeeezz!'' diye bağıran kardeşime de şunu göstermek istiyorum;

Bu gördükleriniz ABD ve Fransız donanmaları.. Birkaç ay önce ''Çanakkale Boğazı'ndan geçerek Karadeniz'e ulaştılar''. Ondan önce de üç Rus savaş gemisi geçiş yapmıştı.. Hiç kimseye sormadan, izin istemeden, hesap vermeden, arama yapılmadan.. Öylece geldiler ve Çanakkale'den ve İstanbul boğazlarından geçtiler.. LinkLinkLinkLink,

En manidar olan da şu fotoğraftır;


Arkada; ''Dur Yolcu!'' yazıyor. Fakat o yazı orada dururken ABD, Fransız ve Rus donanmaları kendi boğazlarıymışçasına rahat bir şekilde o boğazlardan geçiyorlar. Çocuklarımıza okullarda ''Çanakkale Geçilmez'' naraları attırırlarken, doksan sene önce yendiğimizi, denize döktüğümüzü iddia ettiğimiz düşman savaş gemileri, tıpkı 1918'deki gibi bugün de ellerini kollarını sallaya sallaya geçebiliyor.. Yaşasın bağımsızlığımız(!)

İstanbul'un işgalinden bir kare
Ayrıca Çanakkale Zaferi ile ilgili bir diğer uydurma da, savaşın komutanının Mustafa Kemal olduğudur. Ya Allah aşkına, yapmayın etmeyin.. Yıl 1914. Mustafa Kemal 1914'te daha yarbay anasını satayım ya. Allah aşkına bu milletle bu kadar dalga geçmeyin! Çanakkale Savaşı'nın başkomutanı Otto Liman Von Sonders adlı bir Alman komutandır. Mustafa Kemal Çanakkale'deki 400 yarbaydan yalnızca bir tanesidir.

Eğitim sistemimizin, tarih tezlerimizin neden bu kadar çok yalana yer verdiğini hiç mi düşünmedin arkadaşım? Ya insan merak eder, neden bu kadar fazla yalan var yakın tarihimizle alakalı? Neden olmayan savaşlar uydurup da bizi kahramanlık efsanelerine inandırdılar doksan senedir? I. ve II. İnönü savaşları mesela.. Ya genelkurmay kayıtları dahil, dünyanın hiçbir yerinde böyle bir savaş yok anasını satayım. Ama bizim tarih, kilimcinin kör oğlu tarafından yazıldığı için, ipini koparanın fantezilerini görmek mümkün elbette..


İnönü Savaşlarının uydurulma sebebi meclisin ve düzenli ordunun yeni kurulması ve orduya Kuvay-ı Milliye'nin yerini aldırma çabasıdır. Tabi bir de İsmet Paşa generalliğe yükselmiştir. Savaşların kazanıldığı haberleri birileri tarafından yayılınca, meclise ve orduya güven artmıştır, hakeza amaç da budur. Link

Hatta bizzat İsmet Paşa'nın ağzından dinleyin ; Link
Sürekli olarak; ''Askeri başarı pek önemli olmasa da... , Askeri açıdan değil de... Askeri açıdan değil ama siyasi açıdan...'' gibi cümlelerle başlıyor zaten konuşmaya. Ve yukarıda zikrettiğim gibi, bu savaşların meclisin ve ordunun siyasi gücünü artırdığını söylüyor.


Sömürgeci devletler, sömürdükleri ülkelerin tarihlerini kendileri yazarlar. Sömürdükleri ülkeleri, aslında özgür olduklarına inandırırlar. Yeni bir nesil yetiştirirler. Bu nesil, kendi yazdıkları tarih doğrultusunda eğitilir. Böylelikle kendi planları neyse, o doğrultuda yürüyen insanlar ortaya çıkar. Bu meseleyi kimse kaşıyamaz, çünkü öyle hikayeler uydurulmuştur ki, eğer sorgularsan direkt olarak vatan hainliği ile suçlanırsın. Birilerinin, bir şeylerin düşmanı olmakla yaftalanırsın.

24 milyon kilometrekare toprak kaybetmişiz, bunu savunan vatan kahramanı oluyor; fakat bunların birer kayıp olduğunu, topraklarımızın işgal edildiğini, aslında vatanımızın birkaç bin kilometrekare değil, 25 milyon kilometrekare olduğunu söylersen; vatan haini, gerici, yobaz, düşman oluyor.. Kafası Edirne ile Kars arasına sıkışmış kalmış insanlara bir cihan devleti olmayı, İslam birliğini falan anlatamazsın. Çünkü kafaları küçük düşünür.


Cumhuriyetin kuruluşuna gelelim ve biraz sonra da bitirelim.

Ama önce Amerika-Irak savaşına götürücem sizi.
Hatırladığınız üzre George Pusht; ''Irak halkını özgürleştirmek ve demokrasi için gireceğüz, bi de çaylarını içip gideceğüz'' diyerek girmişti Amerika Irak'a.

Girdiler ve Irak halkını Saddam'dan kurtardılar (!)
Fakat birkaç sene sonra çekildiler. Neden?

Çünkü o birkaç sene içinde kendilerine bağımlı bir sistem ve cunta kurdular.

Harb-i Umumi'den sonra İngilizler Arap yarımadasını işgal ettiler. Birkaç yıl sonra da çekildiler.
Amerika Afganistan'ı işgal etti ve birkaç sene sonra çekildi.
Yine Amerika Vietnam'ı işgal edip sonra çekildi.

Bu asla değişmez.

İstanbul 1918 yılında işgal edildi. Cumhuriyet ise 1923 yılında kuruldu. Yani tam beş yıl itilaf devletleri İstanbul'da kaldılar. Ve cumhuriyetin ilanından hemen önce Osmanlı Devleti'nin tüm üst derecedeki askerleri ve devlet adamları tutuklandı. İki dişi dışında. Bu iki kişiyi siz bulacaksınız ciğerler, gideceksiniz biraz arşiv karıştıracaksınız, kitap ve ansiklopedi okuyacaksınız, şu interneti feys ve tivitıra girmek ve kız tavlamaktan başka işler için de kullanacaksınız. Sonrası da size kalacak zaten, orası benim işim değil.


''Atatürk düşmanı olom buuu, bırakın şu adamııaa!!! '' diyen binlerce okuyucum var şuan buradan duyabiliyorum onları. Şunu öncelikle söyleyeyim, Atatürk'ü seven ateist veya kemalistlere sonsuz saygım var, samimiyim. Fakat bir Müslüman olarak ben, hilafeti kaldıran adamı sevmeyi reddediyorum. İslam şeriatını kaldıran adamı sevmeyi reddediyorum. Zaten benim hukuk olarak her zaman İslam hukukunu seçtiğimi okuyucularım iyi bilir. Mustafa Kemal'e gelince, kendisi ateisttir. Bizzat el yazısı ile sabittir. Manevi kızı olan Afet İnan'a yazdırdığı ve okullarda okutulan kitaplarca da sabittir.


Mesela 1931'de çıkan Medeni Bilgiler kitabının Millet bölümünde şöyle der Mustafa Kemal;
''Türkler Arapların dinini kabul etmeden önce de büyük bir milletti. Arapların dinini kabul ettikten sonra bu din, Arapların Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis Türklerin milli rabıtalarını gevşetti, milli hislerini, milli heyecanını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu.''

''Türk milletini Allah için, Peygamber için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah'la mütevekkil kılacak derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.''

''Din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti... Artık Türk, cenneti değil, son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk milletinde bıraktığı hatıra...'' Link

''Gerçekte, dinleri konusunda halkların hiçbir fikri yoktur. Din denilen şey, bilinmeyen inanç dizgelerine ve gizle karışık emellere kör bağlılıktan başka bir şey değildir.''

''Tarih bize öğretir ki, bütün dinler, milletlerinin cehaletlerinin yardımıyla, utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur.''

''Çünkü malumdur ki, insan tabiatın mahlukudur.''

''Muhammed'in peygamberliğinin başlangıcına dair birçok eski rivayetler vardır. Bunlar artık efsanelere karışmıştır. Hakikatte Peygamberin ilk söylediği Kur'an ayetinin ne olduğu malum ve belki de mazbut değildir. Kur'an sureleri Muhammed'e açık semada pey'da olmuş bir şimşek gibi günün birinde, birdenbire bir taraftan inmiş değillerdi. Muhammed'in söylediği sureler uzun bir devirde dini düşüncelerinin ürünü olmuştur. Muhammed, bu surelere birçok çalıştıktan ve incelemeler yaptıktan sonra edebi şeklini vermiştir.''

''Masum ve cahil insanları yüzlerce Allah'a taptırmak veya Allah'ları muayyen gruplarda toplamak ve en nihayetinde tek bir Allah kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir.'' (Türk Tarihinin Ana HatlarıLink


''İnsanlar kurtçuklar gibi sulardan çıktılar en önce... İlk ceddimiz balıktır. İşler daha daha ilerledikçe o insanlar primat zümresinden türediler. Biz maymunlarız, düşüncelerimiz insandır.'' Ruşen Eşref ÜnaydınAtatürk Tarih ve Dil KurumlarıLinkLink

Şu adresten bizzat kendiniz görebilirsiniz. Bu el yazıları, genelkurmaylık tarafından laboratuvarda incelenmiş ve onaylanmıştır. (Atatürk ve Evrim)


Bu kitapları gerek internetten, gerekse kitapçılardan çok ama çok kolay tedarik edebilir ve kendiniz okuyabilirsiniz. Alın okuyun. Yıllardır yapılan şu ''Atatürk dinsiz miydi, çok mu dindardı?'' tartışmalarını da bi kenara bırakın artık Allah aşkına. Yeter. Bıktık. Usandık. Tabi bazı bidon kafalıların hala daha ''Atatürk çok büyük alim ve evliya idi'' demesi gına getirmiştir artık. Geçiniz.

Ama samimiyetimle şunu eklemem şart; Hiçbir insanın inançları beni ilgilendirmez, hatta kimseyi ilgilendirmez. Mustafa Kemal ateist ise, bu onun inancıdır, onun görüşüdür, asla ve kat'ha kimse bunu sorgulayamaz veya yargılayamaz.

Benim karşı olduğum şey yalnızca kendi düşüncelerini halka dayatmış olmasıdır. ''Ne dayatması laaan!!!ünlemmm!!'' diye hoplamayın hemen, dürüst olun kendinize karşı. Bu fikirlerin ve tezlerin ilkokul, ortaokul ve liselerde öğrencilere ders olarak okutulması, bu fikirlerin basbayağı da dayatılmasıdır. Yukarıdaki yazılar yıllarca okullarda öğrencilere ders olarak okutulmuştur.

Her neyse.
İnkılaplar ile ilgili başka bir yazıda buluşmalıyız bence, bu yazıyı daha fazla uzatmayalım.
Özellikle seküler sistem hakkında bir yazı yazmayı düşünüyorum. Çünkü sonuna kadar karşı olduğum şey, hayatımı ona karşı adadığım şey budur. Sekülerizm, laiklik.


Konuyu bağlayalım ve bitirelim.
İslam Devleti'nin, İslam Birliği'nin, Osmanlı'nın yıkılmasının baş aktörü olan İttihat ve Terakki, bu milletin başına tam 200 yıldır bela olmuştur. Ve dikkat çekici bir şey daha söyleyeyim; İttihat ve Terakki partisi 1918 yılında kendisini lağvettikten sonra, baş paşalar ülkeyi terk edip kaçmışlardı hani, fakat geriye kalan İttihatçılara ne oldu?


Diğer İttihat ve Terakkiciler cumhuriyeti kurdular. Şimdi internetinizin başından kalkmadan araştırın, cumhuriyetin kuruluşundaki kadronun tamamı ama tamamı İttihat ve Terakkicidir, aynı zamanda da masondur. Tarih kitaplarına bakarsanız, İttihat ve Terakki bir anda ortadan kaybolur. Yer yarılır da içine girerler. Hiçbir tarih kitabında aynı kadronun cumhuriyeti kurduğu yazmaz. Bu yüzden tarihinizi, özellikle de yakın tarihinizi asla ve kat'ha okulda öğrenemezsiniz.


Biz Müslümanlar olarak devletimizi, birliğimizi, beraberliğimizi ve hilafetimizi kaybettik. En önemlisi de hafızamızı.. Bu yüzden 1918'den beri işgal altındayız. 1923 yılında da etliye sütlüye karışmayacağımıza, bölgede üstün güç olmayacağımıza (bu yüzden doğal kaynaklarımızı kullanamıyoruz) ve İslam birliği konusunda adım atmayacağımıza söz vererek imzaladığımız Lozan anlaşması gereğince, bağımsızlığımızı kaybettik. Anlaşmaların 100 yıl sürdüğünü hatırlarsak, çok az bir süre sonra resmen bağımsız olacağız. Tabi o zamana kadar veya o zamandan hemen sonra büyük savaşlar kapıda gibi görünüyor.

?
Ben Osmanlı torunuyum aga. Müslümanım. Ümmetçiyim.
1923'te yıktıkları Osmanlı, öyle veya böyle geri gelecek.
Üçüncü dünya savaşı sonrası da önü alınamaz bir büyüklükteki İslam Birliği kurulacak.

O da Osmanlı torunu ! )

Bu yazıyla bağlantılı birkaç yazı daha yazmak dileği ve dua ile..
Bayramınız mübarek olsun.
Ehlen ve Sehlen..


YENİ OSMANLICILIK

$
0
0

Selamın Aleyküm.

Kısa birkaç kelam edeceğim.

Bildiğiniz üzre ben bir Osmanlı savunucusuyum. Fakat Osmanlı devlet sistemini savunmam, bugün batılı devletlerin de Osmanlı sisteminin geri gelmesinin kaçınılmaz olduğunu anladığını ve bu yüzden de bunu kendi kontrollerinde yapmak istediklerini bilmediğim veya bu konu hakkında konuşmayacağım anlamına gelmez. Ben kendi savunduğum şeyler hakkında bile farklı görüşlere yer veririm siz kafanızı yormayın, ama sen kendi savunduğun görüşün hakkında tek bir olumsuzluğa yer vermezsen, ne beni anlarsın; ne de başka herhangi bir görüşü.

Tabi ben Osmanlı diyorum, aslında konunun özü hilafet. Büyük İslam Devleti ve hilafetin kurucusu Osmanlı olduğu için Osmanlı diyoruz biz aslında.

Her neyse.

Hilafet kaçınılmaz ciğersizler. Bunu batı, senden benden daha iyi biliyor emin ol. Çünkü 100 yıldır bir fetret devri yaşıyor Müslümanlar. İslam aleminin başı, otoritesi yok. Bir birlik yok. Onca Müslüman ülkenin tam ortasına korsan ve terörist bir ülke inşa eden İsrail, yaklaşık yetmiş yıldır dört tarafı Müslümanlarla çevrili olmasına rağmen varlığını sürdürüyor. Nedeni çok basit, çevrelerindeki bütün Müslüman ülkelerin liderlerini kendileri atıyorlar.


Fakat aradan geçen 100 yılın sonunda, Müslümanlar fetret devrinden, sömürülmekten ve köle olmaktan bıktılar; bunun farkına vardılar. Ve bu farkındalık, öyle veya böyle bir tepkiyi getirecek. Bu tepki de birleşme olacak. O birleşmenin adı da hilafet olacak elbette.


Ve batı bunun farkında.
Bölgemizi ve insanımızı bizden daha iyi tanıyorlar.
Dünyadaki bütün Müslümanların hilafet istediklerini çok iyi biliyorlar. Bu yüzden de ''madem bu hilafetin kurulmasına engel olamayacağız, öyleyse kendi kontrolümüz dahilinde kurmalıyız'' gibi son derece mantıklı bir planları var.

Amma ve lakin;
Bidon kafalı olmayın. Damızlık olmayın. Dana gafalı olmayın. Kafadan bacaklı embesil hiç olmayın. Sırf batının böyle bi planı olduğu için; ''aha bak batılı emperyalist kapitalist devletler hilafeti istiyooouuuğğğğ!! O zaman biz karşı çıkıyoğuuuzz!!!!'' diyenler ve diyecekler var, bunu ben de biliyorum, siz de biliyorsunuz.


Hilafet, bir savaş olmadan geri gelmeyecek. Bu savaş da elbetteki III. Dünya Savaşı. Birinci ve ikincisini gölgede bırakacak kadar büyük bir savaş. Ki bunların da alametleri, işaretleri var. Henüz bunlar gerçekleşmiş değil, ama yakın. Neyse olayı karıştırmayalım.


Şuan IŞİD denilen Amerika, İsrail, İngiltere ortak yapımı ''hilafet isteyiciler terör örgütü'' gibi birçok projeleri var bu adamların. Bu şekilde gelmesi kaçınılmaz olan hilafeti olabildiğince kötüleyecekler. Hilafet isteyenlerin hepsi, bu terör örgütlerini destekliyormuş gibi bir hava yaratılacak. İkinci bir Usame bin Ladin ve 11 Eylül vakıası olacak. ''Kafa kesen hilafetçi Müslümanlar'' başlıklı ve konulu birçok haber ve film yapılacak. Hatta bazı Müslümanlardan bile ''hilafet falan anca kan getirir, sömürücüler de bunu istiyo zaten'' gibi laflar duyulacak.

IŞİD Lideri kerata 
Ellerinden geldiğince hilafetten nefret edilmesini sağlayacaklar. Fakat sonunda bu plan da son kullanma tarihini tüketince, işte o zaman kendi kontrollerindeki hilafeti kurma çabasına girecekler. Ortadoğu'da özellikle Müslüman halkların yeterince darbe ve baskı gördükleri ve sonunda tamamen buna isyan edeceklerini bildikleri için, onları kontrol altında tutmaları gerek. Bunun tek yolu da hilafet.

Yüz yıl önce bu yüzden yıktılar zaten hilafeti. Çünkü hilafetin var olması, başa geçecek bir halifenin her an batılılara isyan edebilme potansiyelini barındırıyordu. Hilafet olduğu sürece İslam birliği devam etmiş olacaktı. Şimdi sakın ''lan işte bu yüzden hilafet olursa daha kolay sömüreceklerdi Ortadoğu'yu ! Halifeyi ellerine geçireceklerdi, böylece kolayca sömüreceklerdii!!'' falan deyip de Einstein'lık yapmayın nolur. Size bir Saddam Hüseyin örneği vereyim ben. Yıllarca bir CIA ajanıydı Saddam, Irak'ın başına Amerika'nın çıkarlarına ters düşecek bir şey yapmayacağı için geçirildi. Ama sonra ne oldu? Elindeki gücün farkına vardı. Ya da imana geldi deyin anasını satayım ahaha. Her ne olduysa, Saddam onların kontrolünden çıktı.

Pişt pişşt.. Amerika'nın kontrolünden çıkalım mı..?
İşte tam da bu yüzden yıktılar hilafeti. Hilafet dediğiniz şey öle Irak'ın devlet başkanı olmaya da benzemez, çok daha zor, çok daha ağır ve meşakkatlidir. Bu yüzden yok efendim batılılar Yeni Osmanlıcılık adı altında Ortadoğu'yu gene sömürecekler martavallarına kulak asmayın. Adamlar yüz yıldır babalarının malını sömüremedikleri kadar bu coğrafyayı sömürüyorlar zaten. Ve ellerinden geldiğince de Müslüman halkları birbirlerinden uzak tutmaya çalışacaklar. Bir sürü 11 Eylül ve Usame bin Ladin vakıası türetecekler.


Fakat bu sömürü nasıl bitebilir bana söyler misiniz?
Batılılar tek vücut olmuş, üstümüze yüklenirlerken ve biz paramparça iken, bu düzen nasıl bitebilir?
Ortadoğu'nun tek bir güç altında birleşmesinden başka hiçbir yol bu sömürüyü bitiremez.
Ve bu birleşmenin önüne bizzat kendi elleriyle koydukları engel de milliyetçiliktir. Ulus devlet kavramıdır. Milliyetçilik kavramını öyle bir yerleştirmişler ki, aradan yüz yıldan fazla süre geçmesine rağmen hala bu coğrafyanın birleşmesindeki en büyük engel bu.


Ve bu coğrafyayı birleştirecek şey güç de İslam Birliği'dir.
Askeri, siyasi ve ekonomik bir birlik..
Dünyanın en zengin yeraltı kaynaklarına sahip olan ülkelerin, bir çatı altına birleştiğini hayal edin..
Dünyanın en genç nüfusuna sahip ülkelerinin tek bir askeri birlik altında birleştiğini hayal edin..
Tek bir yönetimi hayal edin.
Ve tıpkı Osmanlı gibi, tam 600 sene boyunca yıkılmayacak kadar sağlam bir devlet yapısı düşünün.


Yeni Osmanlıcılık hareketini başka taraftan anlarsanız, Amerika'nın oyunu bunlar hep dersiniz.
Bir de bu taraftan bakarsanız, kaçınılmaz bir zorunluluk olan hilafetin zaten geri geleceğini; bunun bir savaşla olacağını ve o savaşı kaybedersek zaten bir 200-300 yıl daha köle kalacağımızı; ancak kazanırsak dünyaya yeniden İslam Devleti'nin hakim olacağını anlamakta zorlanmazsınız.


Her şeye Amerika'nın oyunu gözüyle bakarak iyi ediyorsunuz elbette, fakat bu konuyu bile oraya bağlayan adamlar Türkiye'nin kurulması da bir siyonizm planıydı diyemezsin, anlatamazsın. Bağlı olduğun bağnaz gerçekleri sorgulamaya başladığında, olaylara daha farklı pencerelerden bakmayı da öğreneceksin ciğersiz, emin ol. Türkiye'nin de, bilhassa Ortadoğu'da kurulan ülkelerin de bugün bir ulus devleti olarak kurulması; siyonizmin bu yüzyıldaki en büyük amacı ve planıydı. Gerçekleştirdiler.
Ulus devletlerin ne ile sonuçlandığını haritaya bakarak anlayabilirsiniz
Şimdi sen bu ulus devlet projesini, yani yeni dünya düzenini bileceksin; amma ve lakin diyeceksin ki ''biz bağımsızlığımızı kazandık, yedi düveli yendik, dünyayı dize getirdik!'' Lan madem yedi düveli yenip bağımsızlığımızı kazandık, masa başında satılan ve geçen yazıda üzerinde durduğum bu kadar toprağımız nerede? Hilafet nerede? Doğal kaynaklarımız nerede?


Bu yüzyılın düzeni ulus devlet düzeni idi, bu düzen ve plan doğrultusunda da Osmanlı Devleti üzerinde elliden fazla devlet kurdular. O elliden fazla devletten yalnızca bir tanesi de Türkiye. Bu devleti kuran İttihat ve Terakki'nin amacı da zaten buydu başından beri. Bu yüzden amaçlarını gerçekleştikleri için tüm İttihat ve Terakkiciler bugün Hürriyet ve Vatan Kahramanları olarak tanıtıldı.


Unutmayın; bir devlet, bir halk bağımsızlığını ilan ederse; o dönemin düzeninin tamamen tersi şekilde bir düzene ve sisteme sahip olur. Ulus devlet düzeninin sahiplerine karşı savaşıp, onları yenip de bağımsızlığını ilan ediyorsan, bir ulus devlet kurmazsın. İslam Birliğini ortadan kaldırmazsın. 100 yıl devam edecek bir sömürü sistemine hiçbir şekilde el ayak değdirmeyecek bir statü kurmazsın. Eğer ulus devlet kuracaksan, neden ulus devlet düzenini getirmek isteyen adamlarla savaştın ki? Ki bugün de gördüğünüz gibi kurulan her ulus devlet, ki buna başta bizimki de dahil; bu ülkelerin açık ve seçik kölesidir. Süper güçler istemeden hiçbir şey yapamazlar. PKK gibi bir örgüt çıkarırlar, fakat kırk yıl boyunca bu ülkenin başına geçen kukla herifler bu olayı bitiremezler. Devlet kendi eliyle besler bu teröristleri. Devletin başında üç parti olur, fakat bu üç parti bu terörün başındaki köpeği asamazlar. Sonra da bugün ''neden asmıyon ip mi yok!!!'' derler.


Bir zamanlar Banu Avar diye bir kadını savunurdum ben, çok şey biliyor, güzel belgeseller yapıyor derdim. Fakat öğrendiğim ve gördüğüm şeylerden sonra farkına vardım ki, bu kadın da şuanki kendini özgür sanan kölelerden bir tanesi. Bağımsızlığını kazandığını sanan özgür görünümlü bir köle. Onun hakkında da konuşacam ileride.

Bu konu hakkında neredeyse her şey bir paradoks..


Hilafet hakkında uzun ve güzel bir yazı yazıcam yakında inşallah.
Açık olucak, seçik olucak. Geçmişi ve geleceğiyle konuşacaz hep birlikte.
Şimdilik sadece birkaç kelam etmek ve konuya aşınalık uyandırmak istedim.

Saygılar efenim..

5 DAKİKALIK İYİLİK

$
0
0


Yapmak istediğimiz veya yapmayı düşündüğümüz şeyler ile amellerimiz arasında bazı engeller vardır. Sahip olduğunuz bazı şeyler, sizi bir şeyler yapmaktan geri bırakır.

Örneğin yukarıdaki videoda olduğu gibi, üşüyen bir çocukla karşılaştığınızda elbetteki içinizden yardım etmek geçer. Bu, insanların tamamı değil ama çok büyük çoğunluğu için geçerlidir. Yardıma ihtiyacı olan birine yardım etmek..


Fakat düşünce bazındaki yardım etme olasılığı, yerini genellikle harekete bırakmaz. Yani insanlar yardım etmeyi düşünür ve isterler; fakat etmezler.


Eğer durakta bekleyen üşümüş bir çocukla karşılaşırsanız, bundan etkilenir ve yardım etmek istersiniz. Fakat üzerinizdeki monta oldukça yüksek bir para ödemişsinizdir ve bu yüzden montunuzu vermek istemezsiniz. Çünkü bu yalnızca 5 dakikalık bir yardım olabilir.

''Ya çocuk da üşüyo, ama bu monta da çok para verdim, nasıl veriyim...'' veya ''Benim de fazla montum yok ki, bunu versem ben ne giyecem...'' gibi bahaneler, sizi o çocuğa yardım etmekten alıkoyar.


Ya da bir diğer faktör olarak dış çevrenizden şöyle bir tepkiyle karşı karşıya gelebilirsiniz;
''Lan üşüyo tamam da o mont verilir mi anasını satıyım! Mal mısın olum sen?''


Kısaca; sahip olduğunuz şeyler, sonunda size sahip olur. Yani yapmak istediğiniz iyiliğe, sahip olduğunuz şeylerin fiyatı ve değeri engel olur. Çok ucuz bir şey olsa, vermekten çekinmezsiniz. Fakat burada şunu unutmamalısınız; modern hayat, size artık ucuz şeyler giydirmiyor. İnsanlara ucuz giyinmenin, toplum içinde dışlanılacak bir şey olduğu fikri dayatılıyor. Marka hastalığı, insanların yemelerinin de, içmelerinin de, ailelerini geçindirme dertlerinin de önüne geçmiş durumda. Giydikleri giysilerin veya ayakkabıların üzerinde bulunan ve onların marka olduklarını diğer insanlara gösteren ufacık logolar için, insanlar tüm önceliklerini seferber eder olmuş haldeler.


Eğer giydiğimiz şeyler ucuz olsaydı, onları ihtiyacı olan insanlara vermekte asla tereddüt etmezdik. Fakat üzerimize 500 liradan az değere sahip bir mont giymek, bizi toplumda ikinci sınıf insan yapacakmış gibi hissettiğimiz için, bir deri veya kumaş parçasına yüzlerce lira ödüyoruz.


Bunu yaparken de iki şeyi gözden kaçırıyoruz.
Birincisi; Pahalı giyimli insanların olduğu bir yerde, ucuz şeyler giymenin bize prestij kaybettireceğine inanıyoruz. Pahalı ve kaliteli markaların ürünlerini giyersek, bunun bize statü kazandıracağını, bize kendimizi iyi hissettireceğini sanıyoruz. Bu da gösteriyor ki, toplumun bizi yalnızca dış görünüşümüz ile yargılamasını istiyoruz. Yargılanmak istiyoruz. Düşüncelerimiz, inançlarımız veya amellerimiz ile değil; giydiklerimiz ile insanlarda algı oluşturmak istiyoruz. Ve ne yazık ki, bu da bizi yalnızca dışsallaşan, görünüşe ve etikete önem veren, ambalajcı ve yüzeysel insanlar yapıyor.


Fakat ondan sonra da; ''İnsanların içleri önemli'' diye bir yapmacık duygusallık ve samimiyet ürünü cümleler kuruluyor. Bu da insanları iki yüzlü yapmış oluyor.


Fakat bu videoda da gördüğünüz gibi, pahalı giysilere sahip olmak; size, dış görünüşe önem veren insanların yardımını getirir. Çünkü aslında o insanlar, yardıma ihtiyacı olan insana yardım etmezler; onlar pahalı giysilere sahip olan insanların etiketlerine, ambalajlarına yardım ederler. Pahalı giysiler giymiyorsanız, yardıma değer biri değilsiniz. İçiniz, karakteriniz, huylarınız, davranışlarınız ve fikirleriniz ne kadar iyi, güzel ve kaliteli olursa olsun...

Şimdi ''İnsanların içi daha önemliii :((('' diyen bu insanlar nerede mesela..?


İkincisi; Sahip olduklarımız, gerçekten sonunda bize sahip oluyor. Çünkü yapmak istediğimiz birçok şeyi, halihazırda sahip olduğumuz maddi eşyalara zarar getirmeyecek düzeyde yapıyoruz.  Çok para verdiğimiz için, bu eşyalarımızı muhtaç olanlara veremiyoruz. Diğer yandan da, çok para verdiğimiz bu eşyalara herhangi bir zarar geldiğinde, bunu çok fazla takıyoruz. Çünkü harcanılan o kadar paranın boşa gitmesini istemiyoruz. Gittiğinde ise, sanki bir yakınımız ölmüşcesine üzülüyoruz.

Kısaca sahip olduğumuz bu mallar, elimizi kolumuzu bağlıyor. Bizi kendilerinin kölesi haline getiriyor. Bu yüzden bu çağ, bu modern çağ, bu medeniyet çağı size sürekli pahalı giysiler giymenizi, pahalı arabalara binmenizi ve pahalı evlerde oturmanızı telkin eder. Sizi, kendi ürettikleri şeylerin önce müşterisi, sonra da kölesi haline getirirler.


Bu yüzden daha aza sahip olanlar, bizden daha özgürdürler;


İnsanlar beş dakikalık bir iyilik için, bir ay çalışarak kazandıkları şeyleri feda etmezler. Fakir bir adamın veya üşüyen bir çocuğun yüzünde oluşacak o beş dakikalık bir gülümseme için, bir ay veya aylarca çalışarak kazandıkları; ya da babalarından isteyerek aldıkları eşyalarını feda edemezler.


Fakat aynı insanlar, kendileri için hayati bir önem taşıyormuş gibi, ellerindeki telefonun bir üst modelini almak için saatlerce sırada beklerler, kuyruklar oluştururlar.


Yine fakat, aynı insanlara ''Süper güçleriniz olsa ne yapardınız?'' diye bir soru yöneltsen;

Neredeyse hepsi; ''Yardıma muhtaç olan insanlara yardım ederim'' der. Hayalleri aslında böyledir de. Fakat hayallerinden o kadar uzaklaşmışlardır ki; ya da diğer insanlara yardım etmek onlara o kadar zor bir şey gibi görünür ki, bunu yalnızca bir hayalmiş gibi hissederler.


Fakat yardıma ihtiyacı olan insanlara yardım etmek için süper güçlere ihtiyacınız asla yoktur. Tabii, 500 liralık montunu veya koca bir pizzayı muhtaç birine veren insanlar sizin için süper kahramansa, o zaman tamam. Umarım sizin de süper güçleriniz olur.


Bir ay çalıştıktan sonra, bir çocuğun yüzünde oluşacak beş dakikalık mutluluğu görmeye değmez mi peki...?

KOBANİ

$
0
0

Selamın aleyküm hacılar.

Hatırlarsınız birkaç gün öncesine kadar ortalık yine yangın yeriydi. Tabi buna sakın şaşırmayın, önümüzdeki dokuz yıl içerisinde bu gibi ve daha da büyük olayları sıklıkla göreceğiz. Size benden garanti. Bozulursa getirin, paranızı geri vereyim.

Geçen her gün bu ülkede, bu bölgede ve bu dünyada yaşayan insanların aslında ne mal olduklarını bize gösteren olaylar dur durak bilmiyor. Aslında çok da iyi oluyor. Tıpkı Gezi olaylarının ters tepki yapıp, ters bir uyanışa sebep olması gibi. Zira bu ayaklanmayı yapan kansızlar, sanıyorlar ki 1876'da Sultan Abdülaziz'e, 1909 yılında Sultan Abdülhamid'e yaptıkları gibi yine cahil cühela ayak takımını toplayıp, ceplerine üç beş kuruş koyarak kendilerini satın alarak sokağa salarak hükumet devirmeye muvaffak olacaklar.


Koç'lar, Doğan'lar, Boyner'ler; CNN'ler, BBC'ler; Almanlar, İngilizler, Amerikalılar birleşmiş ''Türkiye'deki polis şiddetinden çok fena rahatsız oluyoz olum ya, vallahi içtiğimiz su boğazımızdan geçmiyo!'' diyor ve benim ülkemin, kendisine Che Guevera'yı, Deniz Gezmiş'i örnek almış ama haklarında bir cacık bilmeyen embesil gençleri, kendilerini kurtuluş savaşçısı olarak görüp, siyonist emperyalist kapitalistlerin bir numaralı oyuncağı oldular, olmaya devam ediyorlar ve de devam edecekler. Bunun da garantisi benden. Bu da değişme garantili üstelik. Dediğim çıkmazsa gel, yenisini vereyim.


Bütün zulümlere sessiz kalmış, ağzını bıçak açmamış olanlar, kendilerine ''şiddete karşı, faşizme karşı'' gibi başlıklar bulup, altında birleşerek aslında neyin ne olduğunu tekrar hatırlatmıştı bu ülkeye. Eylemlerde çocukların ölmesi için dua ettiler, çocukları saldılar sokağa, sonra da o çocuklar şaibeli şekilde öldürülünce, onların ölüsünü kullandılar bu kez. İnsanların ölüleri üzerinden siyaset yaptılar, eylem yaptılar. Ülkeyi yakıp yıktılar.

Resim A; Gezi Parkı Olayları
Şimdi de sıra onların Pkk'lı kardeşlerine geldi.
Ben ırk denilen şeyi kabul etmediğimden; Türkmüş, Kürtmüş, Papua Yeni Gine'liymiş benim için önemli olmadığından beni ve benim gibileri ''Türk düşmanlığı''yla itham edenler, dün gezide Pkk'lı kardeşleriyle Apo posterleri altında son derece romantik pozlar veriyordu. Hatırlamakta fayda var..


Dün nasıl bu embesil ergenlik gençleri, medya patronlarının tapulu malı olan ünlülerle birlikte sokağa salındıysa, bugün de batılı efendilerinin emriyle Pkk'lılar sokağa salındı. Kaynak aynı aslında hep. Taktik de aynı. Cebine üç beş kuruş koy, bu gibi satılık yaratıkları çok kolay satın alır ve istediklerini yaptırırsın.

Dünkü Gezi olaylarıyla, bugünkü Kobani olayları arasında zerre kadar fark yoktur ciğersizler. Bunu çok iyi bellemeniz lazım. Tabi dün gezide ülkeyi yağma eden, yakıp yıkan, çapul eden sokak köpeklerinden bazıları, bugün kalkıp Pkk'lıların yaptığı yağma ve kundaklamaya tepki koyabiliyor. O da ayrı bir dallamalık vakıadır zaten. Acil psikolojik tedavi gerektirir. Tedavi gecikirse önlenemez sorunlara yol açabilir.
Resim B; Kobani-Pkk Olayları
Kardeşim o da para karşılığı sokağa döküldü, sen de..
O da ülkeyi yaktı yıktı, sen de..
O da batılı ülkelerden destek aldı, sen de..
O da katil, sen de..

E daha ne?

Tı Allah'ım ya...

Fakat burada benim asıl bahsetmek istediğim konu, bu Kobani olayına yine dış basından ve ülke içindeki birtakım odaklardan gelen tepkiler..

Yurt dışında yaşayan bazı takipçilerim, ki bunların büyük çoğunluğu Avrupa ve Amerika'dan, bana ülkelerinde sürekli Kobani haberlerinin yapıldığını söylüyor. Tıpkı bir zamanlar gezi haberlerinin yapıldığı gibi.


Uzağa bakmaya da hiç gerek yok aslında. Size birinci ağızdan konuşayım. Yaklaşık son bir senem sürekli yabancıların arasında geçti. Çok fazla Amerikalı tanıdığım var özellikle. Bunların bazıları burada yaşıyor, bazıları da Amerika'da. Ve bu olayların başlamasından hemen önce ya da tam başladığı sıralarda, bu Amerikalı guyslar birdenbire anlayamadığım şekilde ''Kobani profil resimleri yayınlamaya ve Kobani'yi destekleyen yazılar paylaşmaya'' başladılar.

Alla hallaa..

Ya iyi de, bu Işid denilen örgüt bir seneden beridir o bölgede  kan akıtıyor. Bir senedir o bölgede yapmadığı katliam, işlemediği cinayet kalmadı. Ne oldu da siz sevgi kelebeği Amerikalılara, birden Kobani'ye destek çıkar oldunuz?

Yani dün de insan ölüyordu ama en ufak bir ses çıkmadı, fakat bugün seslerini kesebilen yok. Bundaki hikmet ne ola ki?


Ve burada size çift taraflı oyun sergilerler unutmayın. Bugün Kobani için bir şeyler paylaşıp duran ve sokağa dökülenlere ''neden bu kadar tepki gösteriyorsunuz?'' dediğinizde, sizi masum insanların ölümüne tepkisiz kalmakla ve tepki gösteren iyi kalpli insanlara baskı uygulamakla suçlarlar. İyi de biz zaten yıllardır ölen masumlar için çenemizi yoruyoruz, sizden bi ses seda duyamadık? Şimdi de ezilen masum halkların koruyucu melekleri kesilmeniz, bizi biraz şaşırttı sadece.

Her neyse.
Medya, bilhassa her zamanki gibi batı medyası Kobani hakkında yine algı yönlendirmesi yapıyor. Mesele açık. Bu haberi dünyaya yayarak, bir yandan dünyadaki tüm Pkk taraftarı Kürtleri ayaklandırmak ve sokağa dökmek; diğer yandan da dünya kamuoyunda Kürtlere bir devlet kurdurulması gerektiği aksi halde sürekli kan akacağı fikrini dayatmak.

Bunun yanında Işid Pkk'ya saldırırken, Pkk'yı tekrar silahlandırmak.
Pkk tekrar silahlandığında, bir yandan Işid ile çarpışırken, Türk ordusunu da asla boş geçeceğini düşünmeyin. Amerika'nın Işid'e saldırdığını düşünürsek, Pkk'yı Amerika'nın silahlandırması da çok mantıklı. Tabi Kobani'yi Işid'e veren de batılılar diye düşünürsek, olaylar epey bi içinden çıkılmaz hal alır. Bölge zaten karma karışık, daha da karıştırmak için bu olaylar sürekli devam edecek.


Tabi aklıma gelmişken söylemeden geçmeyeyim.
Bir zamanlar Esed diye bir adam vardı, bildiniz mi?
Bazı bidon kafalılarca bu adam, Amerika'ya tek başına kafa tutan ve direnen bir halk kahramanı idi.
Amerika başta olmak üzere bütün batılı ülkeler bu adamı indirmek için her şeyi yapıyordu da, indiremiyordu falan filan.. Ben de ''bu adam yalnızca bir planın parçası olarak orada özellikle tutuluyor, onun koltuğu bizzat Amerika tarafından korunmakta'' falan demiştim bir zamanlar.

Bu adamlar Esed'i savunuyordu, çünkü bu ülkenin iktidarı Esed'e karşıydı. Işid diye bir örgüt icat olunduktan sonra, ne Esed kaldı, ne Mısır, ne Filistin, ne Doğu Türkistan, ne Afrika..


Tanrısı medya olan koyun sürüleri, medyanın durmaksızın reklamını yaptığı terör örgütlerine bakarken, asılda olanı her zaman göz ardı ederler. Tanrıları onlara bir çocuğun ölüsü üzerinden eylem yapmayı emreder; yaparlar. Fakat komşularına, fakire fukaraya, garibe gurabaya kurban eti dağıtmaya giderken apartmanda sıkıştırılıp, balkondan atılan, bununla da yetinilmeyip aşağıda sopayla dövülen, bıçaklanan, taşlarla kafaları ezilen ve üzerilerinden arabayla geçilen Yasin BörüHüseyin DakakHasan Gökgöz gibi hiçbir suçu günahı olmayan gençleri asla ağızlarına almazlar. Profil resimleri yapmazlar. ''Yasinler ölümsüzdüüüürr, Hüseyinler ölmeeezz, Hasanlar hep yaşacaaakk!!!'' diye sokaklarda eylem yapma gereği duymaz bu kansızlar. Çünkü onlar için önemli olan insan hayatı değildir, kullanabilecekleri malzeme önemlidir.

Katledilme Görüntüleri

Link , Link

Şu Şehid babasını dinleyin.
Dinleyin ve insanlığın, imanın ne demek olduğunu tekrar görün, hatırlayın. Çünkü bazıları hem imanını kaybetmiş, hem insanlığını.

Her Kürde Pkk'lı yaftası yapıştıran, bölücü olmakla suçlayan ciğeri beş para etmeyenler de izlesin. Söz konusu iman olunca, İslam olunca nasıl tek vücut olunduğunu; birliğimizi bozmak ve bizi ayırmak isteyenlere karşı nasıl karşı çıkıldığını görsünler.

Unuttuğunuz şeyleri hatırlamamız, ya da hiç bilmediğimiz şeyleri öğrenmemiz dileğiyle..
Selam ve dua ile..

HİLAFET DÜŞERKEN

$
0
0

Cümleten selamın aleyküm.

Bu, sizlerle 100. buluşmamız.
Yüzüncü yazım, bu yüzyılın en önemli konusu olan Hilafet'in yıkılışına tevafuk etti.

Bu yüzyılın en önemli konusu Hilafetin yıkılışıdır çünkü, kurulan sistemin önündeki en büyük engel ortadan kaldırılmıştır. Ortadoğu ve diğer Müslüman coğrafyadaki ülkeler ve halklar, özgürlüklerini kazandıklarını sanırlarken, sahip oldukları en büyük birlik olan İslam Birliği yıkılmıştır çünkü. Ve İslam Birliği'ni yıkarsan, ortaya birbiriyle uzaktan yakından alakası olmayan, birbirini önemsemeyen 57 tane İslam ülkesi ve iki milyarlık bir Müslüman nüfusu çıkar.


Yüzyılın en büyük olayı olan Hilafet'in ilgası, bugün hala tartışma konusu ne yazık ki... Ne yazık ki diyorum çünkü, bunu tartışanlar gayrimüslimlerden ziyade Müslümanlar. İçinde bulunduğu çağa öylesine ayak uydurmuş Müslümanlar var ki, dünya üzerindeki bütün Müslümanların ve Müslüman devletlerin birleşmedikçe, durmadan şikayet edip, yakınıp durdukları bu sistemin ortadan kalkmayacağını hala idrak edebilmeye muvaffak olamıyorlar.


Bakmayın siz sürekli yok ''sistem kötü, sömürü düzeni, siyonist sistem, kapitalist düzen...'' falan filan dediklerine, bu adamlar bizzat o şikayet ettikleri sistemin ekmeğini yiyen modern kölelerden başka bir şey değillerdir.


Bu gibi adamlar, Kur'an'daki ''Bölünmeyin!'' emrini yalnızca ''mezheplere bölünmeyin!'' olarak algılarlar çünkü. Ona karşı savaştığını söylediği sistemin kurduğu ulus devlet düzenine o kadar alışmış, o kadar benimsemiştir ki; İslam Birliği denince aklına ilk gelen şey acaba ulus devletlerine ne olacağıdır. Diğer bir taraftan 57 tane İslam ülkesiyle bir arada olamayacaklarına, bu kadar büyük bir coğrafyadaki ülkelerin hepsinin birlikte idare edilemeyeceğine inanır.


Fakat 25 milyon kilometrekare toprağa direkt olarak, dünyanın kalan tüm diğer coğrafyalarına da gönderdiği mektuplarla, elçilerle ve birliklerle, hiçbir teknolojik alet olmaksızın 600 yıl hükmeden bir devleti akıllarına dahi getirmezler. Şuanki teknolojik aletleri, iletişim ve ulaşım araçları hesaba katılınca bu işin ehil ellerde çok daha iyi bir şekilde yapılabileceği fikri, ne yazık ki bu gibi kafası Edirne ile Kars arasına sıkışmış olan insanların aklı almaz.


Her neyse.
Son Osmanlı'da Osmanlı'nın nasıl yıkıldığını, hangi amaç doğrultusunda yıkıldığını ve bize doksan senedir bağımsızlığımızı kazandığımız martavalının aslında ne olduğunu konuşmuştuk. Bu yazıda bilhassa Lozan'ı ve sonrasını konuşacaz inşallah. Zira üzerinde bulunduğumuz konunun asıl kilit noktası İsviçre'dedir. Lozan'da..


O zaman akbillerimizi hazırlayalım, gelen ilk otobüsle konumuza doğru yola çıkalım. Yalnız arkadan binme olmasın, sonra milletin akbilinin kaybolmasıyla falan uğraştırmayın beni. Otobüsümüz yaklaşık 120 bin kişiliktir. Herkes oturabilir.

1922, İsviçre, Lozan..


Harb-i Umumi yani I. Dünya Savaşı, 1914'de başlamış ve 1918'de sona ermişti. Geçen dört sene içinde başta İngiltere ve Fransa olmak üzere batılılar, Osmanlı coğrafyasını tamamıyla işgal etmişlerdi. Balkanlar, Arap Yarımadası, Afrika, Kıbrıs, Kafkaslar...

Plan ise yüzyıl öncesinden belliydi; yeryüzünde kendilerine engel olan son imparatorluğu ortadan kaldırarak, yeni yüzyılın düzenini ulus devletler şeklinde kurmak. Bu yüzden işgallerin tamamı, ulus devletlerin kurulmasıyla sonuçlanmıştır.


Savaş 1918'de bitmişti. Fakat payitaht İstanbul tam da savaşın bittiği tarihte işgal edildi. Geçen yazıda dediğim gibi; Onlar bir yeri işgal ettiklerinde, arkalarında kendileri için çalışacak bir sistem, bir cunta kurmadıkça asla orayı terk etmezler. Önce işgal ederler, bir süre kalırlar, bu süre içinde eski sistemi tasfiye eder ve kendileri için çalışacak bir yeni cunta kurarlar, ardından da çekilirler. Halka ve dünyaya bölgede yenildiklerini ve bu yüzden çekildiklerini duyururlar. Çünkü yenilirlerse, kazananlar bağımsız olmuş demektir. Böyle düşünmelerini, buna inanmalarını sağlarlar. Ve onlar, bu insanlar kendilerini özgür sanırlarken yaptıklarını, işgal sırasında dahi yapamazlar.


İngilizler 1918'de girdikleri İstanbul'dan 1923'de çekildiler. Bu beş sene içinde bir tane savaş söz konusu değildir. Tabi bir de şunu unutursak tarihe ayıp ederiz; İngilizler gemilerle İstanbul'a vardıklarında, ellerinde bayraklarla onları karşılamaya gelen bir grup vardı. Bu grup ''dostlarımız bizi kurtarmak için geldi'' diye limanda bayrak sallayarak, alkışlarla karşıladılar İngiliz gemilerini. Grubun ismi mi? Ha yabancı değil, bizim Jön Türkler..


Her neyse.
Tam beş yıllık bu süre içerisinde İngilizler Osmanlı Devleti'nin bütün üst düzey bürokratlarını ve askerlerini tutukladılar. Tabi o kadar zaman boyunca boğaz manzarası izleyip, adam tutuklamakla uğraşmadılar. Elbette ki bir sistem kurma arayışındaydılar.


1922 yılında, yeni kurulacak olan Türkiye Devleti'nin sınırları ve kuruluş şartlarının anlaşmaya bağlanması için Lozan'da toplanıldı. Henüz o tarihe kadar ne Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, ne halifelik kaldırılmış, ne de Osmanlı Devleti yıkılmış idi.


Yani şöyle bir düşünün, İstanbul neden savaş bittikten sonra işgal edildi?
İstanbul'da hala almak istedikleri ne vardı?
Tüm yeraltı kaynaklarını haritalarla belirlemiş ve buna göre işgal yapmışlardı.
Bize kalan toprak parçasında ise petrol falan yoktu.
İyi de ne vardı?
Neden savaş bittikten sonra tam beş sene kaldılar İstanbul'da?
İstedikleri şey çok açıktı; hilafeti yıkmak. Yıkmak için geldikleri birliği yıkmak, tarihe gömmek.


Bunun yanındaki tüm maddeler, şartlar ve anlaşmalar hep ikinci üçüncü plandadır. Boğazlar, yeni kurulacak devletin sınırları, tazminatlar falan filan.. Lozan'ın toplanmasının asıl amacı hilafeti resmen yıkmaktır. Dönemin İngiltere dış işleri bakanı Lord Curzon 'un  önderliğinde toplanan Lozan Konferansı, dünyada yeni bir çağın başlamasının tescilidir. Çünkü Curzon, hilafeti yıkmadıkları takdirde kurulacak devleti tanımayacaklarını söylemiştir.

Lord Curzon
Şimdi ben buradan bağımsızlıklarını kazandıklarını söyleyen, buna inananlara sesleniyorum;
Hangi bağımsızlık?
Bu adamların istedikleri her şartı kabul ettikten sonra, kuracağın devlet bağımsız mı oluyor, yoksa kukla mı? Ama henüz durun. Daha konuşacağımız çok şey var.


Şimdi size, aslında olayı daha yazının ortasında çözebileceğiniz bir kilit nokta söyleyeyim. Keza bu kilit nokta, her şeyin ama her şeyin açıklaması;
  • 20 Kasım 1922 yılında başladı Lozan Konferansı.
  • 24 Temmuz 1923 tarihinde sonlandı.
  • Türkiye Devleti 23 Ağustos 1923'de Lozan'ı kabul etti.
Fakat;

Henüz hilafet yıkılmamıştı.


Bununla beraber, konferansa katılan devletlerden;
  • İtalya 12 Mart 1924'de,
  • Japonya 15 Mayıs 1924'de,
  • İngiltere 16 Temmuz 1924'de,
  • Fransa 6 Ağustos 1924'de anlaşmayı kabul etmiş ve
  • Cemiyet-i Akvam'da da Eylül 1924'den itibaren resmen duyurulmuştur.
Şimdi elinize bir takvim alın ve dikkatinizi buraya verin;

Hilafet'in ilgası 3 Mart 1924'tür.

Yani yeni kurulan Türk devleti, hilafeti ilga etmedikçe, hiçbir devlet tarafından tanınmış değildir. 3 Mart 1924 tarihinde Hilafet'i resmen kaldırdıktan sonra, tanınmalar arka arkaya gelmiştir. Çünkü Lozan Anlaşmasının asıl toplanış amacı ve birinci şartı olan Hilafet'in ilgası, söz verildiği gibi vuku bulmuştur. Hilafetin ilgasından yaklaşık yedi ay sonra batılılar Türkiye'yi resmen tanımaya başlamışlardır.


Konferansın Hilafet ile ilgili asıl ana maddeleri şöyledir;
  • Hilafet ortadan kaldırılacak,
  • Halife ve ailesi sürgün edilecek,
  • Halife ve ailesinin tüm mal varlığına el konulacak,
  • Türkiye, Hilafet'i desteklemek için yapılacak her türlü ayaklanmayı durduracak,
  • Türkiye İslam dini ile ilişkilerini tamamıyla kesecek,
  • Türkiye'nin yeni anayasası seküler (laik) ilkelere dayanacak ve İslami yasalara dayanan bir anayasa olmayacaktır.

Bunlar Lozan Konferansı'nın toplanmasındaki ana amaçlardı. Elbette bunun yanında bir sürü teferruat da yapıldı. Mesela; ''Türkiye Devleti'nin ilk on yılında eğitimi, ekonomisi ve hukuku İngiltere ve Fransa başta olmak üzere batılı devletler tarafından denetlenecektir.'' gibi maddeler de var.


Bu maddeleri ve Lozan'ın İngiltere ve Fransa arşivlerinde nasıl yer aldığını tek tek belgelerle ve kaynaklarla görebilmek için size harika bir kaynak tavsiye ediyorum; Ahmet Anapalı'dan Masada Kaybedilen Vatan.


Lozan'ı ve Hilafet'in ilgasını bir de İngiliz ve Fransız arşivlerinden ve tarihçilerinden dinleyin.. O arşivlerde nelerin gizli olduğunu görün, çünkü bizim arşivlerimize hala bazı yasaklar nedeniyle erişemiyoruz. Ve Lozan'da ne dehşet verici olayların döndüğünü bizzat İngiliz arşivlerinden okuyun.


Şimdi gelin bu maddeler yürürlüğe girmiş mi birlikte bakalım;
  • Meclis 23 Ağustos 1923'de Lozan Anlaşması'nı kabul etti.
  • 29 Ekim 1923'de cumhuriyet ilan edildi.
  • 3 Mart 1924'de Hilafet ilga edildi.
  • Aynı gün Osmanlı Hanedanı'nın yurt dışına çıkarılması kararlaştırıldı.
  • Aynı gün Tevhid-i Tedrisat Kanunu yürürlüğe sokuldu.
  • Aynı gün Şeri'ye ve Evkaf Bakanlığı kaldırıldı ve yerine Diyanet İşleri Başkanlığı getirildi.
  • Hilafetin ilgasından sonra batılı devletler Türkiye'yi tanımaya başladı.
  • Hilafetin ilgasının ardından 20 Nisan 1924'de anayasa yürürlüğe girdi.

Buraya kadar çok açık ki, Lozan'ın ilk şartları birebir uygulanmış. Hem de birebir. En önemli kısım olan Hilafet'in ilgası ve Halife ve hanedanın toptan sürgün edilmesi tamamlanmış. Mallarına el konulduğunu da söylemeye sanırım gerek yok. Zira hanedan üyeleri gittikleri ülkelerde kapıcılık ve bulaşıkçılık yapacak kadar, hatta ve hatta son Sultan Vahdettin Han'ın parasızlıktan alamadığı ilaçlarının reçetesi, ölü bulunduğu yatağın yastığının altından çıkacak kadar; hatta ve hatta borçlarından dolayı cenazesine bile haciz gelecek kadar beş parasız ve çaresiz bırakıldılar.


Hani Son Osmanlı'da demiştim ya; ''Her darbeden sonra gelen bir yağma vardır.'' diye, bir de koca bir devlet yıkıldığında yapılan yağmayı varın siz düşünün, siz tasavvur edin...


Hatta bu konuda bir de Paşaların hatıratlarına göz atarsak çok daha iyi olur. Keza Lozan iki dönemden oluşur. Birinci dönem 20 Kasım 1922'de başladı ve 4 Şubat 1923'de kesildi. Çünkü başta İngiltere ve Fransa ''hilafet kalkmadıkça sizinle hiçbir anlaşma imzalayamayız'' tavrı içerisindeydi. Bunun üzerine Lozan heyeti Türkiye'ye döndü.

Tam da bu noktadan itibaren İsmet İnönü, Mustafa Kemal, Ali Fethi, Tevfik Rüştü ve meclisin önde gelenleri hilafet ve İslam aleyhinde söylemlere başladılar.

Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir'e şöyle der;
''Mustafa Kemal, bana hilafetin kalkması konusundaki fikrini İzmir'de söyledi. Ben sizin haberiniz var sanıyordum?''


Rauf Orbay ise ''Hatıraları ve Söyleyemedikleri İle Rauf Orbay'' kitabında şöyle der;
''İsmet Paşa, anlaşıldığına göre Lozan'da İngilizlerle bir nevi ara buluculuk rolü oynayan İstanbul Hahambaşısı Haim Nahum'un telkinleriyle, hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip, derhal atılması lüzumu fikrini tamamıyla benimsemiş bulunuyordu.''

Mustafa Kemal ve Rauf Orbay
 Harp Hatıralarım'da Ali İhsan Sabis şöyle der;
''Hatta iddiaya göre Haim Nahum'a bir de yazılı taahhüt veriliyor. Ve akabinde yorgun olduğu ileri sürülerek ordu terhis ediliyor.''

Ali İhsan Sabis
Kazım Karabekir, İsmet İnönü'yle arasında geçen bir konuşmayı şöyle naklediyor;
''Macarlar ve Bulgarlar bizimle aynı safta savaşmalarına rağmen bağımsızlıklarına dokunulmamıştı. Bunun sebebi de doğrudan doğruya Müslüman olmalarıydı. Biz kendi kudretimiz ile kurtulsak da Müslüman kaldıkça, sömürgeci devletlerin ve bu arada da İngilizlerin daima aleyhimize olacaklarını anlattı. Böylece bu değişimin ilhamının Lozan'dan ve itilaf devletlerinden geldiği açıklık kazanmış oluyordu. Ali Fethi, Tevfik Rüştü, Mahmut Esad Beyler ile, Mustafa Kemal Paşa'nın Lozan'ın ikinci döneminden itibaren başlayan İslam aleyhtarı söylemlerinin gerçek adresinin gerçek adresini tespit etmiş bulunuyordum.''

Kazım Karabekir
Hatta gelin bir filaşbek'le geriye götüreyim sizi biraz..
Yıl 1909.
31 Mart Vakıası sonrası.
Dönemin İttihat ve Terakki'cilerinden olan Filozof Rıza Tevfik, cemiyetin diğer ileri gelenleriyle birlikte darbeyi kutlamak için İngiliz sefaretine giderler. Fakat çok soğuk karşılanırlar ve yüzlerine doğru dürüst bakılmaz. Bunun nedenini ise şöyle anlatır;

''Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Jön Türkleri teşvik ettik. Onlardan büyük neticeler bekliyorduk. İhtilal olacak; istibdat ile Sultan da, bahusus temsil ettiği hilafet müessesesi de alaşağı edilecekti. Fakat yanıldık. Beklediğimiz neticeyi alamadık. Zira ihtilal yaptınız, gerçi Kanun-i Esasi geldi, fakat Sultan da ve hele hilafet müessesesi de yerinde baki... ''

Rıza Tevfik; ''İngiltere Devlet-i Fahimesini, Hilafet müessesesi bu derece şiddetle neden alakadar ediyor?''

Nicholson; ''Ha.. Dostum Rıza Tevfik Bey.. Biz Mısır'da, bilhassa Hindistan'da, İslam kitlelerini idaremiz altına alabilmek için milyonlarca altın harcadık, muvaffak olamadık. Halbuki Sultan..? Yılda bir defa bir ''Selam-ı Şahane'', bir de ''Hafız Osman Hattı Kur'an-ı Kerim'' gönderiyor, bütün İslam ümmetini, hudutsuz bir hürmet duygusu içinde elinde tutuyor.. 

İşte biz ihtilalden ve siz Jön Türkler'den, ihtilal sonunda Sultanların da, Hilafet'in de, yani bir Selam-ı Şahane ve bir Hafız Osman Kur'an'ı ile kitleleri avucunda tutan kuvvetin de devrilmesini bekledik. İşte bu sebeple soğuk bir ademi kabul gördünüz..''

Filozof Rıza Tevfik
Yani hedeflerini 13-15 yıl sonra tamamen gerçekleştirdiklerini de bir kez daha görüyoruz; 31 Mart Vakıası ile Sultan Abdülhamid'in devrilmesinin ardında kimlerin olduğunu da; bu darbeleri kimlerin yaptığını da; Kanun-i Esasi'yi ve Meşrutiyeti kimlerin ilan ettiğini de..

Rıza Tevfik hakkında biraz daha konuşmak gerek, diğer yazılarda inşallah..
Bir solcu, hatta Marksist olan Kemal Tahir de şöyle bir saptama yapmıştır ki, hep çok hoşuma gitmiştir;
''Bir politikacı için en müthiş ceza, devletinin kendi elinde batmasıdır ve bunun hiçbir özrü yoktur. İmparatorluğu elimize geçirdiğimizde sınırları Kongo'yu, Sudan'ı, Eritre'yi, Somali'yi, Tunus'u, Fas'ı, Libya'yı, Kıbrıs'ı içine alıyordu. Bu koca imparatorluk bizim elimizde ölmüştü. Suç ne kadar büyükse, çekilecek cezanın da o kadar büyük olması gerekir.Tarihin örneğini yazmadığı Kurtlar Boğuşmasına girip, yenik düştük! Kurtlukta, düşeni yemek kanundur! 


Hakeza Britanya Kralı V. George;''Lozan tasarısı yürürlüğe girdikten sonra dünyada yeni bir çağaçılacaktır'' derken, neyi ve nasıl bir çağı kastediyordu sizce?

Devam edelim.
İlk şartlar birebir yerine getirilmişti. Sırada ise bu işi sağlam bir zemine oturtmak için yapılacak destekleyici adımlar kalmıştı. Bu elbetteki biraz zaman alacaktı çünkü, halk hilafet ve saltanat için savaşmış ve her ev bu uğurda ya bir şehit, ya da bir gazi vermişti. Fakat tam da bu yüzden ''10 yıl İngiliz ve Fransız denetimi''şartı vardı masada.

Şimdi de gelin yine hep beraber o şartlar gerçekleştirilmiş mi ona bakalım.
El ele tutuşun, kalkıyoruz;

Hukuk ve Ekonomi Alanı ;
  • 8 Nisan 1924'da, İslam hukuku mahkemeleri olan Şeri'ye Mahkemeleri kaldırıldı.
  • 17 Şubat 1926'da İsviçre Medeni Kanunu kabul edildi.
  • 22 Nisan 1926'da İsviçre Borçlar Kanunu kabul edildi.
  • 1 Mart 1926'da İtalya Ceza Kanunu kabul edildi.
  • 4 Ekim 1926'da Mecelle kaldırıldı.
  • 1927 yılında İsviçre Hukuk Mahkemesi Usulü Kanunu kabul edildi.
  • 4 Nisan 1929'da Almanya Ceza Mahkemeleri Usulü Kanunu kabul edildi.
  • 1926 yılında Avrupa'nın çeşitli ülkelerinden derlenerek Kara Ticareti Kanunu kabul edildi.
  • 1929'da yine birden fazla ülkeden derlenerek Deniz Ticareti Kanunu kabul edildi.
  • Aynı yıl Fransa İdare Hukuku Kanunu kabul edildi.
  • 9 Haziran 1932'de İsviçre İcra ve İflas Kanunu kabul edildi.

Eğitim Alanı;

  • 1926'da Medreseler kapatıldı.
  • 2 Mart 1926'da Maarif Teşkilatı hakkında çıkarılan kanunla Din Eğitimi kaldırıldı.
  • 1 Kasım 1928'de Latin Alfabesi kabul edildi.
  • 12 Temmuz 1932 Dil Devrimi yapıldı.

Dini ve Toplumsal Alan;
  • 13 Aralık 1925'de Tekke, Zaviye ve Türbeler kapatıldı.
  • 25 Kasım 1925'de Şapka ve Kıyafet inkılabı kanunlaştırıldı.
  • 1925'de takvim değişikliği ile hafta sonu tatili Perşembe-Cuma'dan; Cumartesi-Pazar'a alındı.
  • 1928'de ''Devlet'in dini İslam'dır'' maddesi çıkarıldı ve laiklik kabul edildi.
  • 22 Ocak 1932'de ezan Türkçeleştirildi.


10 yıl boyunca İngiliz ve Fransız denetimi altında olunacağı anlaşmasının sağlaması için, bu on yıl içerisindeki tüm inkılaplara bakmamız yeterli aslında. Ve size ilginç bir kilit nokta daha söyleyeyim;
Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, inkılaplar tam ''10 yıl sürmüştür''. Yani 1933 yılına kadar.


Anlaşma metninde ''denetim'' adıyla kibarlık yapıldığına bakmayın. Basbayağı da ''ülke bizim direktiflerimiz doğrultusunda yönetilecek'' demektir bu. Bizim istediğimiz yasaları alacak, istemediklerimizi kaldıracaksınız demektir.


Yani resmen, bize ne yapmamız ve nasıl yapmamız gerektiği dikte edildi. Bizi özümüzden böyle kopardılar, böyle asimile ettiler. Kendilerine benzettiler. Çünkü eğer kendilerine benzersek düşman değil, dost olurduk. Karşılarında İslam için savaşan Müslümanlar değil; batılılaşmak, batılılar gibi giyinmek, onlar gibi konuşmak, müzik dinlemek, dans etmek, kısacası tamamıyla onlar gibi olmak isteyen, özünden koparılmış insanlar olurdu.


Yani Lozan'ın bütün şartları bir bir yerine getirilmiştir. Bu şartlar yerine getirilmeye başladıktan sonra da zaten tanınmalar başlamıştır. Fakat bu arada çok önemli birkaç ayrıntıyı da konuşalım. Atlarsak çok büyük hata yaparız.

Lozan'a giden heyette bulunan İsmet İnönü, Dr. Rıza Nur ve Hasan Saka'nın yanına Mustafa Kemal bir delege daha eklemiştir; Haim Nahum. Ya da Lozan'dan sonra üstün hizmet gerekçesi ile verilen unvanıyla ''Haim Nahum Efendi''.


Bazı bidon kafalılar var ki, şunu kabul ederler; ''Bu adam şeytanın ta kendisidir....''
Fakat o adamın Lozan'a neden gönderildiğini, kim tarafından gönderildiğini asla sorgulamazlar. İşte bunlar at gözlüklü ve kafadan bacaklılardır.

Haim Nahum; ''Siz Türklerin bağımsızlığını tanıyın. Ben size onların manevi kuvveti olan İslam veHalifelikten vazgeçeceklerini, bunu ayaklar altına alacaklarını garanti ediyorum'' demiştir ve bunu hepiniz de duymuşsunuzdur.

Lozan'dan sonra ise Lord Curzon meclise geldiğinde ''Türklerin bağımsızlığını neden tanıdın?'' diye sorulan sorulara; ''Biz onların asıl kuvvetleri olan İslam ve Hilafet'i yıktık. İşte bundan sonra asla birdaha kendilerine gelemeyecekler, onların manevi yönlerini öldürdük.'' der. Hakeza Curzon'un bu sözünün gerçekleşmesini beklemişler ve Hilafet yıkılana kadar Türkiye'yi tanımamışlardır.


Peki hala bu ülkenin insanları, nasıl oluyor da ısrarla bağımsızlıklarını kazandıklarına inanabiliyor?
Aslında onun sebebi de çok basit. Son Osmanlı'da konuşmuştuk biraz. Eğitim sistemi öyle bir düzen üzerine, öyle bir temel üzerine oturtuldu ki, yedi yaşlarından itibaren aslında Osmanlı zamanında bizlerin köle olduğuna, cumhuriyetin gelip bizleri özgürlüğe ve refaha kavuşturduğuna inandırıldı insanlar. Çünkü yeni devleti kuranlar, eski devleti yıkanlarla aynı kişilerdi; İttihat ve Terakkiciler.
Okul kitaplarındaki tarihte birdenbire ortadan kaybolan İttihat ve Terakkiciler, cumhuriyetin kurucu kadrosunun tamamını oluşturuyordu. Peki neden bugüne kadar ne okulda, ne başka bir yerde bize bu cumhuriyeti kuranların İttihatçılar olduğu asla söylenmedi? Neden bu mevzu bahis bile edilmedi? Şunu düşünmek yeterli değil mi aslında?


Bir parantez açıp, konuyu hafiften değiştirelim şimdi.
Hintli Müslümanlar, Halife ve Hilafet için bugünkü parayla trilyonlar tutarında bir yardım toplamış ve bunu Hilafet'in merkezi olan Türkiye topraklarına göndermişlerdi. Size kendinizin araştırmasını tavsiye edeceğim bir soru sormak istiyorum; ''Bu para nereye gitti?''
Bunu kendiniz bulun.


''Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak bir devrin battığı yerdir!'' diye bir söz var ya hani Çanakkale'de, ben bu sözü hala anlayamamışımdır. Gerçi bu söz bir de Lozan'a yakışır. Zira koskoca bir devir Lozan'da batmış ve yepyeni bir dünya düzeni Lozan'da ortaya çıkmıştır. Her neyse ama. Size asıl meselenin ne olduğuna dair bir başka örnek göstereyim;

Burası Bursa.
Osman Gazi Hazretleri'nin türbesi.
Önde gördüğünüz anıt ise cumhuriyetin ilanından sonra dikilmiştir. Üzerinde de şu yazar;

''Burada yatan askerlerin şehit düştükleri muharebe öyle bir zaferle nihayet bulmuştur ki, neticesinde Bursa ikinci defa fethedilmiş ve kadim Osmanlı Devleti son bularak, yerine Cumhuriyet Hükumetimiz teessüs etmiştir. Bu şehitler, bu eserlerin abide-i mefharetidir.'' 


Bu savaşa Osmanlı'yı sokan İttihat ve Terakki'nin amacı, başından beri seküler, batılı bir ulus devlet kurmaktı. Ve bunu ''işte sonunda Osmanlı'yı yıkıp yerine cumhuriyeti kurduk!'' mealini taşıyan bir anıtla herkese ilan ettiler. Tabi hepsi o değil. Bu anıtta iki tane çok ama çok önemli sembolizm mevcut.

Onlardan birincisi şudur;


İslamiyet'in ve Osmanlı'nın sembolü olan hilale bir ok saplanmış. Üzerine yorum yapmaya, konuşmaya gerek var mı? ''İslamiyet bizim okumuz ve mermimiz ile yıkıldı, biz kazandık!'' demenin sembolik yolunu kullanmışlar. İttihat ve Terakki'nin bir Yahudi-Mason cemiyeti olduğunu hatırlarsak, neden sembolizm yaptıklarını anlamakta hiç zorlanmayız.

Tabi ikinci önemli sembolizm de şudur ki;


Anıtın hemen yanındaki yapı; ''Osman Gazi'nin türbesi''dir.
Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Gazi..

Yani abideyi öyle bir yere diktiler ki, ''Sen kurdun, biz yıktık!'' dediler.
Fatih'in, Kanuni'nin mezarının başına dikmediler bu yüzden bu abideyi, geldiler Osmanlı'nın kurucusu olan Osman Gazi'nin mezarının önüne diktiler.


Ad ve soyad kanunu gereğince Arapça kökenli isimler bile yasaklandı. İslam ile alakalı olan her şeye, tıpkı Lozan'da İngilizlerin dediği gibi savaş açıldı.


Duvarlardaki, binalardaki Osmanlı armaları dahi kazındı. Kitaplarda, dergilerde, radyoda ve kısaca her yerde Osmanlı saltanatından ve Hilafet'ten bahsetmek yasaklandı.


Lozan, gerçekten de bir devrin batırıldığı yerdir.
600 yıllık bir imparatorluk ve 1400 yıllık Hilafet Lozan'da yıkılmıştır.
Yeni Dünya Düzeni Lozan'da başlatılmıştır.
Sevr Projesi, Lozan'da onaylanmış ve yürürlüğe konmuştur.

''Osmanlı'yı yıkarken biz'' selfie'si

Osmanlı yıkıldıktan ve Hilafet kaldırıldıktan sonra dünyanın ve bilhassa Ortadoğu'nun durumu ortada.. Osmanlı bu topraklardan çekildi çekileli asla kan durmadı. Çünkü bu kapitalist devletlerin önünde durabilecek hiçbir güç kalmadı.

Ulus devletler düzeni kurulurken, bunu kuran ülkelerin hepsinde önlerindeki yüzyılın barış, huzur ve refah içinde geçeceği fikri vardı. Buna inandırılmışlardı. Dünyadaki bütün sorunun aslında ırklarla alakalı olduğunu; eğer her ırk, her millet kendi ulus devletini kurarsa bütün sorunun çözüleceğini düşünüyorlardı.


Fakat aradan birkaç on yıl geçti ve düşündüklerinin, kendilerine birileri tarafından düşündürülen bu şeylerin koca bir yalan olduğunu tecrübe ettiler. En kötüsü de bizler hala ediyoruz. Bu cumhuriyeti halkın kendi kendisini yönettiği yönetim şekli diye bizlere okuttular ve inandırdılar, fakat yapılan hiçbir devrimde, alınan hiçbir kararda halk yoktu. ''Hilafet hakkında tek başımıza karar veremeyiz'' diyenler ve bunu diyenleri savunanlar, hiç kimseye sormadan Hilafet'i kaldırdılar. Madem Hilafet hakkında tek başımıza karar veremiyorduk, nasıl oldu da tek başımıza kaldırdık bunu?


İngiliz yazar P.H. Graves'in şu sözü bu konuyu aslında çok iyi açıklar;
''Türk cumhuriyetçileri, Müslüman uyrukları olan herhangi bir gayrimüslim devlet için her zaman güçlükler çıkaracak bir kurumu ortadan kaldırmakla Britanya İmparatorluğuna olağanüstü bir iyilik yapmıştır.''


Fakat gelin görün ki, gerek okullarda gerekse politikacılarda, kısaca tüm Türkiye'de, Hilafet'in ilgasının sebebi olarak ''çağdaşlaşma'' diye ucube bir adres gösterilir. Çocuklarımıza ''Çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engel kaldırıldı'' diye mide bulandırıcı şeyler öğretirler okullarda. Hiç kimse bu olaya ''Lozan'da İngiltere ve Fransa böyle istediği için, bunu dayattıkları için'' diyemez.


Ve cumhuriyet kurulduğu gün yani 29 Ekim'den itibaren, İslam ile alakalı her ama her şey gericilik ile yan yana anılmıştır. İngilizler bize önce Hilafet'i yıktırmış, sonra da karşı gelen halkı gerici diye yaftalarsınız diye akıl vermiştir. Ve birdenbire yeryüzündeki her şey, o günden itibaren tamamen ters yüz olmuştur. Doğrular yanlış, yalanlar gerçek, dürüstler yalancı, yalancılar dürüst...


Hilafet'i yıkmakla da kalmayıp, İslam coğrafyasında öyle oyunlar oynadılar ki, bu konuda işlerini şansa bırakmadılar. Türkiye'de aşırı milliyetçilerin hepsini sağcı, Arabistan yarımadasında da aşırı milliyetçilerin hepsini solcu yaptılar. Olur da yarın bir gün bunlar birleşmeye karar verirler diye, aralarına her türlü ideolojik ayrılığı soktular. Türkiye'nin doğusunu tamamen Şafii mezhebine mensuplarla doldururken, batısını da Hanefilerle doldurdular.


Suriye'ye Şii bir yönetim atayarak, Irak'ı yani petrol kuyularını, iki Şii devlet İran ve Suriye arasında bıraktılar. Böylelikle de Türkiye ve Arap Yarımadasının arasına Şii bir koridor çekmiş oldular. Türkiye'de Türk milliyetçiliği propagandası yapan Haim Nahum, oradan Mısır'a gitti ve Cemal Abdül Nasır'a danışman olarak Mısır başta olmak üzere Arabistan'da Arap milliyetçiliği propagandası yaptı.



İş bugüne ve dünyada oynanan oyunları çözme çabasına gelince, Baron Rotschild'in şu sözünü her yerde kullanırlar; ''Bana bir ülkenin para basma yetkisini verin, o ülkedeki kanun koyucuları bile takmam.''

Fakat ölesiye savunduğu bu cumhuriyetin parasını bir zamanlar İngiliz ve Fransızların bastığından bile haberi yoktur. Para basmak için İngilizlere 88 bin İngiliz altını ödendi yıllarca. Ama dünya üzerinde olan komplolara, sömürü düzenlerine o kadar kaptırmıştır ki kendisini, yanı başındaki hatta burnunun dibindeki komploları, sömürü düzenleri göremez. Komployu hep uzakta arar. Kendi tarihinde neler olduğunu bilmez. Hayatında bir kez dahi olsa, şu cumhuriyeti kuran adamların bir tanesinin bile hatıratını okumamıştır. Fakat okumuş adamdan daha fazla ahkam keser.









Bizleri, tıpkı diğer tüm uluslar gibi bir ''Kurtuluş Savaşı''na inandırdılar. Gidin biraz araştırın, Ortadoğu'da ve diğer coğrafyalarda şuan ne kadar sömürge toplum varsa, hepsinin birer kurtuluş savaşı var. Her birinin tarihinde kazandıkları bir kurtuluş savaşı var. İyi de bu sömürü düzeni ne öyleyse? Neden tüm bu ülkeler, uluslar bir numaralı sömürge ülkeler dünyadaki?


1918'den sonra Türk ordusunun savaştığı tek ordu Yunan ordusudur. Şöyle bir hafızanızı yoklayın; Yunanlılar ile yapılan Sakarya Savaşından başka, -tabi bir de palavra olan I. ve II. İnönü Savaşlarını da sayın- İngiliz veya Fransızlarla yaptığımız bir savaş adı biliyor musunuz? Halbuki İstanbul'u işgal eden İngilizlerdi, fakat İngilizlerle hiç savaşmadık. Neden?



I. Dünya Savaşında savaştığımız ülkeleri, bizlere Kurtuluş Savaşında savaştık diye yıllarca anlattılar. I. Dünya Savaşı 1918'de bitti ve ondan sonra ne İngilizler, ne Fransızlar, ne İtalyanlar, ne de Ruslar hiçbir savaşa girmedi. Savaşsız, harpsiz, darpsiz geldiler İstanbul'a girdiler ve 5 sene sonra Lozan imzalanınca çekildiler.


Fransız ve İtalyan kuvvetleri de Suriye ve Irak sınırları çizilirken, olası bir Türk askeri yardımını engellemek amacıyla tam olarak sınır bölgelerinde nöbet tuttular.


Neden Antep, Maraş ve Urfa'daydı bu adamlar hiç mi düşünmediniz? Gerçi eğitim sistemi bunu düşünmenizin önüne inanılmaz büyük bir engel çekiyor orası da ayrı bir mesele. Lakin Sütçü İmam olayları gibi münferit olaylar dışında neden buralarda bir askeri harekatın olmadığını, neden orduların savaşından hiç söz edilmediğini düşünecek kadar beyne sahibizdir diye umut ediyorum.

Yunanistan savaş tazminatı ödemeyi kabul ediyor; fakat Türkiye bu hakkından feragat ediyor!

Lozan imza edildikten sonra, gerek İstanbul'daki İngilizler, gerekse sınırlarımızda nöbet tutan Fransız ve İtalyanlar kendileri çekilip gitmişlerdir. Suriye'nin Fransa sömürgesine girdiğini düşünürsek, neden sınırda onların olduğunu anlarız. Hakeza, Lozan'ı zahmet edip okursanız, bu anlaşmanın sürekli olarak bizimle Yunanlar arasında maddelerden ibaret olduğunu anlarsınız. Eğer biz savaşta İngilizleri, Fransızları, İtalyanları, Rusları yendiysek neden bu devletlerle alakalı bir tane madde yok Lozan'da?

İsmet İnönü Lozan Görüşmelerinde. Henüz şapka Türkiye'ye gelmemiş ve başında kalpakla Lozan'a gitmişken, bu kafadaki şapka ne ola ki..?

Öyle yalanlar döndürdüler ki o günlerde, bütün dünyayı bir yalanın peşinde sürüklediler. Örneğin Hindistanlı Müslümanlara ''Almanlar Hilafet'e karşı savaş açtı, Osmanlı Halife'si cihad ilan etti, sizi bekler'' deyip, Çanakkale'de Hindistanlı Müslümanları yanımızda savaşan Almanların üzerine saldırttıklarını kaçınız duydu bugüne kadar?

Duymazsınız. Duyamazsınız. Anlatmazlar. Bilmenizi istemezler. Çanakkale'de kazandığımız zaferde bile ne oyunlar altında kaldık. Kardeşi kardeşe kırdırdılar, kimsenin haberi olmadı.


Dünya üzerindeki işgal ve sömürü düzeni elbet ortadan kalkar, ama önce kafaların işgalden kurtulması lazım. Önce beyinlerimizin sömürü düzeninin bir ürünü olmaktan kurtulması lazım. Dünyaya, bu adamların yüz yıl önce kurdukları düzen çerçevesinden bakarsanız, hala ve hala bu adamların kurdukları ulus devletlerin refah getireceğine inanırsınız. Vatan algınız Edirne ile Kars arasına sıkışır. Kurtarıldığınıza inanırsınız. Kapitalizme, emperyalizme karşı savaş kazandığınıza inanırsınız.

''Buna inanmanın ne sakıncası var, bırak inansınlar?'' derseniz eğer, inanmanın sakıncası yok tabi. İnsanlar istedikleri şeylere inanabilirler. Fakat buna inanan insanların %90'ı, bununla birlikte gelen sistemi savunurlar. İşte olayın kilit noktası da budur. Bu teze inananlar, bu tezle gelen sistemin savunucuları ve koruyucuları olurlar. Ve seni özgürlüğüne kavuşturduğunu düşündüğün sistem için her şeyi yaparsın.


İşte tam da bu yüzden, bu sistemin yürümesi için ''Atatürk devrimlerini korumak'' adı altında her on yılda bir darbe yapıldı. Ama kimse ''Türkiye Hilafet için yapılan her türlü ayaklanmayı bastıracak'' maddesi gereğince bu darbelerin ve yağmaların yapıldığını aklına bile getirmedi. Kimse bu ülke ve bölgedeki laikliğin yani İslam'ın devletlerden ayrı tutuluşunun koruyuculuğunu bizzat batının yaptığını düşünmek istemedi. Hatta darbelerden sonra duydukları ''Bizim çocuklar işi halletmiş'' gibi ifadeler bile onları ''Ama laiklik tehlikedeydi'' demekten alıkoyamadı.


Bu topraklara öyle zehirli tohumlar attılar ki, Türkü Kürdü, Müslümanı gayrimüslimi, hatta bir cemaati diğer cemaatini sevmez oldu. Kafalardaki kavramlarla oynadılar. İnanç sistemlerini alt üst ettiler, böylece aynı şeye inanan insanlar dahi birbirlerine düşman olabildi. İkisi de Müslüman olduğunu söylerken, birisi şeriatı; diğeri tamamıyla zıt şekilde laikliği savundu.


Din derslerinin zorunlu olması, toplumu ayrıştırdığı gerekçesiyle tartışıldı ve kaldırıldı yıllarca. Yani dini açıdan bir ayrıştırıcılığa asla izin verilmediği gösterilmiş oldu. Fakat milliyet ayrıştırıcılığı ise sorunsuz oldu hep. Türk Kürt diye bir ayrım her zaman yapıldı. İşte ulus devlet sisteminin bir çürük noktası da buydu. Müslümana sormak lazım bir de bunu, sen ne zamandır din değil de ırk bakımından insanlara bakar oldun diye.


Size bir soru daha;
Okullarda yıllarca zorla okutulan; ''Ne mutlu Türküm diyene'' sözünü, ''Ne mutlu Müslümanım diyene'' diye değiştirirseniz ne olur? ''Efendim Müslüman olan var, olmayan var'' dersiniz değil mi?Yani yine toplumu ayrıştırmış olursunuz. Fakat ırka dayalı olan bu söylemi ayrıştırma kabul etmezler. ''Efendim Türk olan var olmayan var'' derseniz, Türk düşmanı yaftası yersiniz. Sürekli eleştirdikleri sistem, insanları nasıl eline geçirmiş görüyorsunuz sanırım.


Bugün BOP diye ortalığı ayağa kaldıranlar, ''Ortadoğu'yu parçalayacaklar, yeni devletler çıkaracaklar'' diyenler, yüzyıl öncesinin dünya düzeni projesi olan Sevr'i kabullenmişler, hatta onu koruyorlar da haberleri yok. Çünkü okulda kendilerine Sevr'in Anadolu'yu parçalama projesi olduğu, bizim de Kurtuluş Savaşı adı verilen bir savaşta tüm batılıları yendiğimiz öğretildi.


Halbuki Sevr, yüzyıl öncesinin ''Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'' idi. Sevr sonucunda Suriye, Irak, Libya, Mısır, İsrail, Ürdün, Yemen, Suudi Arabistan gibi ülkeleri doğurdu. Bir devletten 50 devlet çıkaran projenin adıydı Sevr. Ve bizler İngiliz ve Fransızlarla yalnızca savaşın ilk senesinde Çanakkale Boğazı'nda, ve devamında da 1918'e kadar sürekli olarak Ortadoğu topraklarımızda savaştık. 1918'den sonra savaştığımız tek devlet Yunanistandır. Bugünkü Türkiye topraklarında diğer devletlerle tek bir savaş söz konusu olmadı. Lozan'dan sonra hepsi çekilip gitti.


Yarın bir gün Kürdistan'ın kurulduğunu düşünün.
Batılılar geldi, Kürdistan adında bir devlet kurdular. Bunun için başkent Ankara'ya geldiler ve sınır bölgelerimize asker yerleştirdiler. Ve bizlerin de bundan sonra; ''İşte kurtulduk, bağımsızlığımızı ilan ettik'' diye naralar attığımızı düşünün. Toprak kaybettik, ama tamamen heterojen bir Türk ulus devletimiz oldu. Yalnızca Türklere ait, yalnızca Türklerin olduğu.. Bunu her sene kutladığımızı düşünün.

Nasıl, saçma sapan değil mi?
Shit!
Öyle.

İşte bundan yüzyıl önce bizim İstanbul'a bakış açımız ne ise; Kudüs'e, Halep'e, Bağdat'a, Şam'a, Mekke'ye, Medine'ye de oydu. Yani biz komple bir vatan idik, bir millet idik. Lakin bugün, Edirne'den Kars'a kadar olduğumuza ve gerisinin bizi alakadar etmediğine inanıyoruz. Bu da demek oluyor ki, İngilizler bu topraklarımızı işgal ettikten sonra, kafalarımızı da işgal etmişler. Kendi kurdukları sisteme göre düşünen insanlar yetiştirmişler.


Ve BOP denilen proje gerçekleştirilirse, aradan birkaç on yıl geçtikten sonra o projeyi ve o proje ile gelen sistemi destekleyen bir nesil yetiştirecekler. Ve aslında olduğundan daha kötü senaryolar yazılacak, çizilecek. Aslında Türkiye'nin tamamen yok olacağı, elimizde birkaç şehir bırakılacağı gibi masa başında maddeler uydurulacak ve biz de Kürdistan topraklarını kaybettiğimize üzülmeyi akıl edemeyip, elimizde tuttuğumuzu sandığımız topraklarımız için deliler gibi sevineceğiz.

BOP ile çizilen haritaya bakan kardeşim, bu haritaya bak, buna karşı önlemini al. Fakat, amma ve lakin; BOP'ta çizilen bu haritada kaybettiğimiz toprak yüz ölçümünün, Lozan'da masada Misak-ı Milli'den verdiğimiz yüz ölçümünden küçük olduğunu da unutma.

Yani biz Lozan'daki masada bıraktığımız topraklar daha büyük, ama bugün BOP'a karşı olduğunu haykıranlar, dün kaybettiğimiz ve hukuksal olarak hala bizim olan topraklarımız hakkında tek kelime etmiyor. Neden? Çünkü onlar, bir kahramanın gelip bütün kapitalist devletleri yenerek bizi özgürlüğümüze kavuşturduğuna inanıyorlar da ondan..



Toprakları bir an için boş verip, önce beyinlerimizi işgalden kurtarmamız lazım. Çağın şartları diye dayatılan ucube kalıplardan sıyrılıp, ''Bu herkesin herkesi sömürdüğü çağda, kendilerinin belirledikleri düşünce sistemine göre düşünmeyi reddediyorum!'' diyerek çağ dışı düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım. Çağ üstü düşünmemiz lazım ki, bu çağı değiştirebilelim. Yeni bir çağ ideali kurmamız lazım ki, içinde bulunduğumuz çağdan kurtulabilelim. Kendi çağımızı, yeni dünya düzenimizi kendimiz kurmak istiyorsak, önce beyinlerimizi onların kalıplarından sıyırmamız şart.


Kendi inancımızın bizden istediği kendi dünya düzenimizi kurmak için çaba sarf etmek dileğiyle..
Saygılar..

TESADÜF - TEVAFUK

$
0
0

Selamın aleyküm.

Konuya girmeden önce, konuya uygun bir soundtrack vereyim sizlere, fon müzüğü olarak güzel gider;


Kafamızdaki kavramların, düşünce ve fikirlerin ve tabii buna bağlı olarak kullandığımız kelime ve deyimlerin de değiştiği, tahrife uğradığı bir zamandayız. Gündelik kullandığımız dilin içine öyle şeyler yerleştirildi ki, bizler kullandığımız kelime ve deyimlerin ne olduklarını sorgulamadan kullanır olduk.

Ama Müslüman, sorgulayan insandır.
Kur'an sürekli olarak; ''Hiç düşünmez misiniz? Akıl etmez misiniz? Hiç tefekkür etmez misiniz? Akılsahipleri için öğütler vardır...'' der. Peygamberliğin son halkası olan Resulullah Hz. Muhammed S.a.v. de;''Bir anlık tefekkür, bin yıllık nafile ibadetten evladır.'' der.


Bu da demek olur ki; Müslüman tefekkür eder, düşünür, araştırır ve sorgular.

Yaptığı her şeyi, söylediği her sözü sorgular, ''acaba bu yaptığım ve söylediğim İslam'a uygun mu?'' der, düşünür, tartar ve öyle fiile döker. Çünkü bilir ki; iman ile küfür, hak ile batıl birbirinden kesin ve çok kalın bir çizgiyle ayrılmıştır. Fakat ağızdan çıkan bir söz seni Mümin de eder, kafir de. Ve şunu da bilir ki; söylediği her kelime sözden ve yaptığı her işten hesaba çekilecektir.

Bizden sonraki nesiller, bizleri ''Müslümanların bile kafirce düşündüğü, onlara uyduğu, özendiği ve onlar gibi yaşadığı bir dönemin insanları'' olarak anacaklar. Çünkü bizler, İslam yeryüzüne indiğinden bu yana hiçbir Müslümanın, hatta hiçbir insanın olmadığı kadar köle hale getirildik. Fiziksel köle olmayı başımızın üstüne koyacağımız bu dönemde, beyinlerimiz köleleştirildi.


Nüfus kağıtlarımızda Müslüman ibaresi yer almaya devam ederken, İslam ile alakamız da yine nüfus kağıtlarımız oldu. Giyinişimiz, konuşmamız, ahlak düzenimiz, düşünce ve fikirlerimiz, en önemlisi de inançlarımız tamamıyla sistemin sahipleri tarafından belirlendi. Biz, sistemin sahiplerine bile isteye köle olduk. Tek kötü tarafı da bu.


Örneğin ağzımıza alıştırılan, lakin bizim inandığımız şeylerle taban tabana zıt olan kelimelerden biri ''tesadüf''' kelimesidir. Yolda karşılaştığımız bir arkadaşımıza ilk söylediğimiz şey; ''aa ne tesadüf :)'' tür. Ya da iki kişi aynı şeyi söylerse, bunun adı yine tesadüf olur.


Fakat gelin görün ki, tesadüf kelimesi ateizmin şiar kelimesidir. Ateizm, inancının tüm temelini tesadüf kavramı üzerine kurmuştur. 1800'lü yılların sonunda başlayan ateizm furyası, 1900'lü yılların ortasında altın çağını yaşamıştır. Ve ne yazık ki, içinde bulunduğumuz bu yeni çağın düzeninin temeli de 1900'lü yıllarda atılmıştır.


Bu sebeple de şuan kullandığımız kelimelerin, deyimlerin tamamına yakını da bu zamanda ortaya atılmış ve bilinçli olarak yaygınlaştırılmıştır.


Tesadüf kelimesine ya da kavramına geri dönecek olursak;
Bu kavram temelde, bir yaratıcının var olduğuna ve her şeyin bu sebep doğrultusunda bir plan ve sisteme sahip olduğunu düşünen insanlara bir karşıt düşünce olarak ortaya atılmıştır.

Kavramın temelindeki fikir, hiçbir şeyin bir planının olmadığı, bir sisteme sahip olmadığı, kainattaki her şeyin plansız, rastgele şeylerden oluştuğudur. Onlara göre olan her şey tesadüftür. Hiçbir şeyin izlediği sistematik bir yol olamaz.

Örneğin Güneş ve Ay'ın hareketleri hesaplanabilir. Hesaplanabilen şey ise tesadüf olamaz.

İşte tam da burada İslam ile taban tabana çelişir.
Çünkü çağ Müslümanlarının raf kitabı olmaya mahkum olan Kur'an-ı Kerim'de, her şeyin yaratıcı olan Allah şöyle der;

''Gaybın anahtarları yalnız O 'nun katındadır. Onları ancak O bilir. Karada ve denizde olanı da bilir.O'nun bilgisi dışında bir yaprak bile düşmez. O, yerin karanlıkları içindeki tek bir taneyi dahi bilir. Yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır.'' Enam,59


''Onun bilgisi ve izni olmadıkça tek bir yaprak dahi düşmez.'' diye bir ifade var.

Bu da demek oluyor ki, her şey bir plan ve sistem dahilinde ve Allah'ın emri doğrultusunda vuku bulur. Ve eğer her şey Allah'ın izni ve bilgisi doğrultusunda ise -ki öyle-, bu da ''tesadüf'' kavramını kökünden çökertmiş olur.


''Yaş ve kuru ne varsa, hepsi apaçık bir kitaptadır.'' bir ifade daha var.

Eğer kainatta olanlar hiçbir sistem ve plan olmaksızın oluyorsa, yani kısacası tesadüf diye bir kavram var ise, bunun herhangi bir yerde kayıtlı olmasının imkanı yoktur. Çünkü kaydedecek bir plan, bir şema yoktur. Fakat ''her şeyin apaçık bir kitapta olması'', dünyanın yaratılışından bu yana her şeyin bir kitapta olması -ki o kitabın adı Levhi Mahfuz'dur-, bu şeylerin zaten belirlendiğini gösterir.


Diğer yandan olayı tamamen bitirecek ve konuyu kapatacak şöyle bir ayet vardır;

''Şüphe yok ki, biz her şeyi bir kaderle yarattık.'' Kamer,49

Her şeyin bir kader ile, bir ölçü ve denge ile, yazılmış ve programlanmış bir şekilde yazıldığına dair apaçık ve üzerine yorum bile yapılamayacak bir ayet.

Allah her şeyi bir plana ve programa göre yaratmışken, vuku bulan olayları tesadüf kelimesi ile açıklamak ise İslam'la taban tabana çelişir. Dilimizde sokakta karşılaşılan kişilerin tesadüf kelimesini bu anlamda kullanmadıklarını varsayabiliriz, ama ben yine de tesadüf kelimesi yerine tevafuk kelimesini tercih ederim.


''Aman sanki biz o anlamda mı söylüyoruz biee!'' diyen kardeşim, sen o anlamda söylemesen bile söylediğin şeyin tehlikeli olduğu gerçeği değişmez. Sen o anlamda söylemiyor değilsin aslında, bilakis o anlamda söylüyorsun, tesadüf kelimesinin anlamını biliyor ve bu yüzden bu kelimeyi kullanıyorsun. Yalnızca bu kelimeyi ve kavramı sorgulamayacak kadar dininden, dini bilginden uzaklaştırıldın.


İki arkadaşın meydanda yürürken karşılaşmaları tesadüf değildir çünkü, bu rast gelmedir.
Siz evinizden belli bir plan ve program dahilinde çıktınız. Belli bir yol izlediniz, belli otobüslere bindiniz, belli bir güzergah izlediniz ve bulunduğunuz yere bu şekilde geldiniz. Tıpkı arkadaşınız gibi. Bu da bu olayın tesadüf olmadığının bir diğer açıklamasıdır, zira kimse evden ''dur bakıyım kendimi bi dışarı atıyım da bakalım nereye gidecem tesadüfen'' diye çıkmaz. Herkes gitmek istediği yere gitmek amacıyla çıkar. Bu kainatta tesadüflere yer yoktur. Hem dini açıdan, hem de bilimsel açıdan..

Yani iki kere iki neden dörttür desem, hiçbir aklıevvel ''tesadüfen öle denk gelmiş'' diyemez sanırım.

Bu manzara tesadüfen mi oluştu, yoksa bilimsel bi sebebi mi var ajeba?

Konunun diğer kavramı olan tevafuk ise, tam olarak anlatmak istediğimiz şeyi anlatan ''birbirine denk gelme'' manasına gelir. Allah'ın dilemesiyle birbirine denk gelmek demektir. Bu yüzden ben ''Allah bizi birbirimize denk getirdi'' anlamında olan tevafuk kelimesini, ''plansız programsız karşılaştık'' manasına gelen tesadüf kelimesine tercih ederim.


Tercih etmemin bir diğer sebebi de şudur ki, bu söylem artık günlük dilden çok fikirlerimizi etkiler hale gelmiştir. Çağın büyüsüne kapılarak her şeyde tesadüf arama çabası, ya da her şeye tesadüf diyerek işin içinden çıkma kolaylığı, bize fark ettirilmeden yine beynimiz, dilimiz ve imanımız üzerinde oynanan bilinçli ve programlı bir oyundur benim gözümde.


İslam uleması sokakta karşılaşıldığı zaman ''ne tesadüf'' denilmesini ''şirk'' olarak niteleyen Cebriye ve Selefiyeciler'in görüşüne karşı çıkmışlardır. Ki zaten bu fırkalar neredeyse her şeyi şirk olarak görürler. Burada amaç rast gelmeyi ifade ettiği için İslam ulemasının bu karara vardıkları sanırım aşikar. Şunu da atlamamak lazım ki, bu görüş günümüzdeki ateizmin henüz var olmadığı zaman dilimine aittir. Benim acizane görüşüm ise, günümüzde ateizmin şiar edindiği bu tesadüf kavramı yerine ''Allah'ın olmasını dilediği'' manasına gelen tevafuk kelimesi çok daha evladır.

Zira, ben inancım gereği her şeyin Allah'tan geldiğine iman etmişimdir. Bu noktada ise, günümüzün çağdaş kelimesi olan ''tesadüf'' yerine İslami bir terim olan ''tevafuk'' kelimesini kullanmayı, gerek çağdaşlara bir tavır, gerekse inandığım şeyi vurgulamak açısından uygun buluyorum.


Çünkü ayette çok açık bir şekilde ''her şeyi bir kaderle yarattık'' denilmekte. Her şey bir kader, bir takdir ve bir plan doğrultusunda yaratıldıysa; başıboşluk, dengesizlik ve plansızlık anlamına gelen tesadüf kelimesi, İslam ve Müslümanlar adına tehlikeli değil midir?


Demek istediğim şeyi Benjamin Button'ın Tuhaf Hikayesi filminden bir sahneyle pekiştirmek ve öyle bitirmek istiyorum;


Evrendeki her ama her şey, küçük küçük parçaların bir araya gelmesiyle oluşan büyük bir plana sahiptir. Her şeyin bir amacı, bir yeri, zamanı ve planı vardır. Bu planlar büyük veya küçük olsunlar, bazen bir noktada kesişirler. Bu kesiştikleri nokta da ''tevafuk''lardır.


İslam uleması zamanında ateizm diye bir şey olmadığı için sanırım bu konu üzerinde fazla durulmamış olabilir. Zira o zaman insanların bu şekilde kullanmadıklarını tahmin etmek de zor değil. Lakin bugün kullanılan tesadüf kelimesi, artık bambaşka bir mana kazanmıştır.


Kainatta hiçbir şeyin başıbozuk, dengesiz ve düzensiz olmadığına inanan biz Müslümanların, ''tesadüf'' yerine ''tevafuk'' kelimesini ve içerdiği anlamı kullanmaları çok daha anlamlı ve doğru olur. Eğer bizler, her yerde fikir bazında mücadele halinde olduğumuz ateistlerin şiar kelimelerini kullanırsak, sonra da ''kainatta tesadüflere yer yoktur'' dersek, kendimizle çelişmiş ve davamızı hakkıyla savunamamış oluruz.


Çünkü beş dakika önce bir arkadaşınla kainatta tesadüflere yer olmadığı konusunda konuşurken, beş dakika sonra başka bir arkadaşını görüp ''aa ne tesadüf'' dersen, ''hani tesadüf falan yoktu?'' diye bir cevap alabilirsin.


Tabi burada bahsettiğim ince bir konudur. Ramazan veya bayram Müslümanları bunları önemsemeyebilirler haliyle. Ama bir şeye inanmak, o şeye dair tüm detayları bilmek veya araştırmak ile mümkün olur. Detay bilmezsen, inancın da amelin gibi yüzeysel kalır. Ve imanın yüzeyselleştikçe, amelin azalır. Amelin azaldıkça da imanın. Sonunda bir bakmışsın ''benim dedem hacı'' Müslümanı oluvermişsin..


İslam davasının ne olduğunu anlamak ve anlatabilmek dileğiyle..
Esselamu Aleyküm..

ALTIN ORAN

$
0
0

İnandığımız şeylerin yüzeysel olduklarını düşünmeye başladığımız anda, yüzeysel olarak inanmaya başladık. Ciddi anlamda İslam'ı namaz kılmak, oruç tutmak, zekat vermek, hacca gitmek gibi farzlardan ibaret sanmaya başladık yüz yıldan fazla süredir. Keza işte tam da bu yüzden bugün bu haldeyiz.


Şeytana tapan bu gizli örgütlerin hepsinin çok derin bilgiler ve sırlara sahip olduklarını biliriz. Fakat bizim inancımızda derinlikler veya sırlar olduğunu ya aklımızdan geçirmeyiz, ya da duyduğumuzda inanmayız. Kabala menşe'ili okültik örgütlerin evrendeki birçok şeyi sembolizm ve sayı ilmiyle açıkladıklarını veya kodladıklarını bilir ve kabul ederken, aynı yöntemle bir de ilahi mesajların olduğuna inanmamak nedendir?


''Bizde sadece namaz, oruç, zekat, hac falan var, her şey açık, yok öle derin ilimler falan'' kafasına sahip olanlar, bu dini ancak yüzeysel olarak anlayabilir ve yaşayabilirler. Nitekim bu gibiler İslam'ı yalnızca bir merasim veya ibadet dini olarak görürler; her saniyemizi, her anımızı, her hareketimizi ve her kararımızı etkileyen bir hayat biçimi olarak değil.


''İlimde derinleşmek'' diye bir ayet vardır Kur'an'da. Ne demektir bu? Neden Allah-u Teala dikkat .çekici bir şekilde ilimde derinleşmekten bahseder?


İlimde derinleşmek, yaratılan her şeyin yaratılış sırlarına ermek ve evrenin sırrına ulaşabilmek, kişinin inancını artırır. Masonlara bakın, her türlü okültik örgütün temelinde yatan şeye sahiptirler. Ve bu bilgi onları öyle cezbeder ve öylesine içine çeker ki, bir mason asla bağlı olduğu bu örgüte ihanet etmez.


Fakat Müslümanlar uzun yıllar önce evrenin ve yaratılışın sırrına ulaşmak için harcadıkları çabayı, bu uğurda öğrendikleri ilimleri unutmaya başladılar, çünkü önemsememeye başladılar. Böylelikle bilgileri yüzeyselleşmeye başladı, sonra amelleri, en sonunda da imanları..


Yalnızca namaz kılıp, oruç tutmakla kemale eremeyeceğimiz gerçeğini unutup; ''millet neler yapıyor bu devirde, ben en azından böle bi devirde namaz kılıp oruç tutuyorum'' demeye başladık. Bu da demek oluyor ki, ölçülerimiz değişti. Kendimize kötüyü ölçü olarak aldık. Tabi haliyle bu da bizi kötüden iyi yaptı sadece.

Hakeza bu çok tabii bir şey. Çocuklarımıza Peygamberimiz sav'in, diğer peygamberlerin ve sahabelerin hayatlarıyla değil de; Süperman ile, Batman ile, Ansel ve Grater ile, Temel Reis diye Türkçeye çevrilen Popeye ile, Red Kit ile büyütürsek, bu çocuklar kendi kültürünün ve dininin gerçek kahramanları yerine batı kültürünün hayali kahramanlarına özenir. Onları rol modeli edinir. Hatta farkında bile olmadan batılılaşma dayatması ufak ufak beynine işlenir.


Biz hiçbir şeye sahip değiliz mantığını öncelikle kafamızdan silmemiz gerek. Zira biz her ama her şeye sahibiz. Bilakis batı hiçbir şeye sahip değil. Onlar dünyanın dört bir yanından ve özellikle de Müslümanlardan öğrendiklerini bir kazanda kaynatarak bu hale geldiler. Bizim yapmamız gereken, onları taklit etmek değil; sahip olduklarımızı hatırlamaktır.


İşte şuan batılıların kullandıkları ve bizim yıllar önce unuttuğumuz kadim bilgilerden bir tanesi de ''Altın Oran''dır.


Evrenin tesadüfler sonucu oluşamayacağına en mükemmel kanıtlardan bir tanesi, hatta belki de en mükemmeli budur. Zira evrende var olan her şeyde bir oran vardır. Dünyada, insanlarda, hayvanlarda ve bitkilerde...

Bugün bildiğimiz bütün büyük matematikçiler altın orandan haberdardırlar ve onu kullanmışlardır. Öklid, Pisagor, Tales, Platon, Da Vinci, Galile ve daha bir çok matematikçi. Bunun yanında Mimar Sinan başta olmak üzere birçok mimar, ki bunların başında kendilerine duvar ustaları diyen masonlar, eserlerinde altın orana bilhassa dikkat etmişlerdir.


Hatta masonlar için ''sırlarını yaptıkları binalarda gizlediler'' derler ya hep, bu sır altın oranla ilgili olabilir mi acaba..?


''Altın Oran nedir?'' diyecek olursak eğer;
Bir doğruyu böldüğünde, bölünen yerin, küçük parçanın büyük parçaya oranının; büyük parçanın bütün doğruya eşit olmasıdır.


Tanım biraz kafa karıştırıcı olsa da, biraz dikkatli bakarsanız harika bir uyum görürsünüz. Zira yapılan araştırmalara göre bir insan yüzü ve vücudunun altın oranda olması veya altın orana yakın olmasının, o insanı güzel ve çekici yaptığı saptanmış. Hatta bitkilerin yaprak sayılarında bile bu orana rastlanmakta ki, bu da evrenin mükemmel bir şekilde dizayn edildiğinin kanıtıdır. Mason biraderler de, tam da bu yüzden bu dizaynın sahibine ''evrenin ulu mimarı'' derler.

İtalyan matematikçi Fibonacci, kendi adını verdiği sayı dizisini yine aynı oranı kullanarak bulmuştur;


Altın Oran sayısı 1,618'dir.

Sayılar önemlidir ciğersizler.
Gerek Kur'an'da ve hadislerde ebced olsun, gerekse masonların kullandıkları sayılar olsun, hep aynı dizi çevresinde döner. Bunlar çok derin ilimler oldukları için fazla yorum yapamayacağım ama, benim de dikkatimi çeken birkaç sayı dizisi var. Belki onun hakkında müstakil bir yazı yazabilirim.


Size bu konuda acizane tavsiyelerimden biri ise, televizyonda dizi ve filmlerde görüp duyduğunuz ve sürekli tekrar edilen sayılara özellikle dikkat edin. Mesela 23 sayısı hakkında neden iki Holywood filmi yapıldığını düşünün. Baştan sona ezoterik bilgiler ve Kabala ile dolu olan Lost dizisinde, neden 23 sayısının 6 sezon boyunca ısrarla tekrar edildiğini düşünün.


Hatta sayılar hakkında Galile der ki; ''Kainat kitabı, yalnızca onun yazıldığı dili bilenler tarafından okunabilir. Bu dil matematiktir.''

Johannes Kepler de şöyle der; ''Geometrinin iki büyük hazinesi vardır. Bunlardan biri Pisagor'un teoremi, diğeri de bir doğrunun Altın Oran'a göre bölünmesidir.''


Sayılar ile alakalı bir şey daha hatırlayalım.
Tek tanrılı olsun, çok tanrılı olsun, paganlar veya şeytana tapanlar olsun, inançlarının temellerinde belli sayılar vardır. 12 ve 13 bunlardan en bilindikleridir mesela. Bu yazıda bahsettiğim gibi özellikle 12 sayısı çok önemli yer tutar. Bu çok tanrılı dinlerdeki tanrı sayısı hep 12'dir. Lakin 12'nin yalnızca bir fazlası olan 13 de bir o kadar düşmanca karşılanır.


Mesela Yunan mitolojisinde, Olimpos Dağı'nda 12 tanrı otururken, 13. tanrı olarak Dionysus aralarına katılmak isteyince, sayı 13'e ulaşmasın diye Hestia isimli bir tanrıça Olimpos'tan ayrılarak insanların arasına karışır. Keza Hristiyanlıkta 13 sayısının lanetine inanılır. Birçok uçakta 13 numaralı koltuk bulunmaz, hatta otellerde 13 numaralı oda ve 13. kat dahi yoktur.


Fakat Fibonacci sayı dizisini bir incelerseniz eğer, 13. sayı dizisinden itibaren sayıların birbirine bölümünün daima Altın Oran'ı verdiğini görürsünüz;


Paganizm ve paganizmin modernize edilmiş hali olan Hristiyanlıktaki 13 sayısının uğursuzluğu da sanırım yine bununla alakalı. Acaba 13 sayısı Allah'ı simgelediği için, bu sayı uğursuz veya lanetli sayılıyor olabilir mi?

Araştırmak lazım..


Evrendeki her şey bir ölçü ile yaratılmıştır. Bu yüzden de ne tesadüflere yer vardır, ne de hesap hatalarına. Kur'an'da şöyle buyrulur;

''Allah her şeye bir ölçü koymuştur.'' Talak,3

İşte tam da bu yüzden birçok ressam dahi eserlerini bu orana bağlı kalarak vermişlerdir;


İnsan vücudu da, diğer tüm varlıklar da bu oran doğrultusunda yaratılmıştır.


Ve Altın Oran'a tam sahip olan bir insan yüzü, daima diğer insanlara çekici ve güzel gelir.


Fakat gelin görün ki, evrendeki bu ölçüyü araştıranlar ne yazık ki Müslümanlar değil, ezoterik örgütlerdir. Öyle ki bütün mimari eserlerini sır olarak sakladıkları bu ölçüler üzerine inşa etmişlerdir.


İlimde derinleşmekten bahsedersek yine, İlk insan olan Hz. Adem, ilk ev olan Kabe'yi Allah'ın emrettiği yere, Allah'ın emrettiği şekilde yapmıştır. Kabe öyle bir yere yapılmıştır ki, dünyanın kuzey kutup noktasıyla, güney kutup noktasına oranının tam olarak 1,618'i yani Altın Oran'ı verir.


Batıdan doğuya gidilirse, yine dünyanın Altın Oran noktası Kabe olur.


Yani ilk ev, ilk ibadethane olan Kabe, ilk insan tarafından Allah'ın emri ile, dünyanın tam merkezine yapılmıştır. Ve dünyada enerji merkezleri yani ley hatları olduğunu hatırlarsak, en büyük ley hattı yani enerji merkezi de, dünyanın merkezi olan Kabe'dir.


 Kabe hakkında diğer matematiksel mucizeleri görmek için şu videoyu izleyebilirsiniz;


Dünyada milyonlarca şehir varken, neden altın oran Mekke'dedir, düşünmek lazım..


Altın Oran'ın hangi şekillerde kullanıldığını ve ortaya çıktığını daha iyi anlamak için şuraya bakabilirsiniz; Link


Altın Oran'ı göstermenin bir diğer yolu beşgenlerdir;


Buna ek olarak, gelin ben de size bu Altın Oran sisteminin günümüz dünyasında nerelerde kullanıldığını göstereyim;


Amerikan Askeri Haber Alma Merkezi ve Genelkurmay Başkanlığı; Pentagon.

Tabi bununla bitirmeyelim. Devam edelim.

Altın Oran'ı yani ''Yaratılış Sırrı''nı gösteren bir beşgenin de kendi içinde Altın Oranı bulunabilir. Örneğin;

Beşgen öyle iyi bir Altın Oran göstericisidir ki, içerisine çizdiğin her doğru sonuçta eşit olur ve Fi sayısını, yani Altın Oranı verir. Bütün köşegenleri çizildiğinde ise beş köşeli bir yıldız elde edilir;


Bu beş köşeli yıldızın köşelerini birleştirdiğimizde yine Fi sayısı, yani Altın Oran bulunur. Ayrıca, yine bir beşgen elde ederiz;


Tabi bu olaydan sonra tyler yine devreye girer ve size günümüzde bu muhteşem oranın nerelerde kullanıldığını gösterir;


Bu adam Anton Szandor Lavey, ünlü satanist. Arkasındaki işarete yakından bakalım;


Daha da yaklaşalım Uğurcum;


Bir beşgen ve köşelerin birleşmesiyle oluşmuş beş köşeli bir yıldız, diğer adıyla pentagram. Yani günümüzde satanizmin simgesi olarak kullanılan şekil. Gördüğümüz üzre Altın Oran yani Yaratılış Sırrı, bu hastalıklı ezoterik örgütlerin kendilerine şiar edindikleri sembollerinin temelinde yatıyor.

Tabii olarak tarihi de çok eskiye dayanmakta. Sümerler, Yunanlar, Mısırlılar, Mayalar ve daha birçok kavim, pentagram veya beşgen gibi Altın Oran'ı gösteren semboller kullanmıştır.

Altın Oran'ı gösteren pentagram, İnsan vücudunun da aynı orana sahip olduğunu göstermek için kullanılmış
Bunun dışında bir de beş elementi ve beş erdemi, insan hayatının olmazsa olmazlarını da sembolize eder;


Beşgen ve pentagram Altın Oran'ı göstermek için harika bir yoldur. Çünkü büyüdükçe veya küçüldükçe sürekli olarak Altın Oran'ı verir. Yani sonsuza kadar Fi sayısını, yani Altın Oran'ı verir;


Bunun yanında, kendi içerisinde bir Altın Üçgen oluşturur;


Çünkü bir Altın Üçgen'in kenarlarının birbirine bölümü Altın Oran'a eşittir.

Günümüz dünyasında ise hepimizin bildiği birçok eser bu oranda yapılmıştır;


Günümüz inançlarının sembollerini üstünkörü araştırmak ve kökenine inmemek, bizi yalnızca internet çöplüğünde dolaşan çöpçüler yapar. ''Üçgen, beşgen mason ve satanistlerin simgesi'' der ve geçeriz. Ama düşmanını tanımazsan, nasıl silahlanacağını, kendini nasıl savunacağını da bilemezsin. Ben mesela her şeyden önce düşmanımı anlamak isterim. Neye inandığını, neden inandığını bilmek isterim. Çünkü yüzyıllar, hatta binlerce yıl boyunca bu adamlar aynı şeylere tapıyor, aynı sembolleri kullanıyorlarsa, bunun elbetteki mantıkla açıklanabilecek bir tarafı vardır.


Mesela masonlar, bir Müslüman olan Mimar Sinan'ı çok severler. Hatta Mimar Sinan Dergisi adında bir de dergileri vardır.


Çünkü Mimar Sinan birçok eserinde Altın Oran'ı kullanmıştır. Bu ilme sahip bir mimar, aynı zamanda da bir bilim adamıdır. Bu adamlar için de bir mimar ve bilim adamı kadar saygın biri olamaz.


İlimde derinleşmek demek, sahip olduğun inanca daha da bağlanmak demektir. İşte bu yüzden Kur'an'da birçok kez ilimde derinleşmekten bahseder. Akıl sahiplerinden ve inanacak bir toplum için ayetlerden, delillerden bahseder. Bu yüzdendir ki birçok kez ''hiç düşünmez misiniz, tefekkür etmez misiniz?'' sorusu sorulmuştur Kur'an'da. Biz Müslümanlar düşünmeyi bıraktığımız için bugün bu hale geldik, bunu anlamamız gerekiyor. Anlamamız ve düşünmemiz..

İlimde derinleşmenin ne demek olduğunu anlayabilmek, ve bunda muvaffak olabilmek dileğiyle..


Selamlar, saygılar..

SEKÜLERİZM

$
0
0

Selamın aleyküm.

Çağımızın en büyük fikir dayatmalarından bir tanesi, hatta belki de en büyüğü olan Sekülerizm, ya da diğer adıyla Laiklik meselesini konuşalım sizinle gelin.

Modern anlamda yaklaşık 150-200 yıllık bir tarihi olan materyalizm, imparatorlukların bilhassa da Son İmparatorluk'un yıkılmasıyla yeni bir dünya düzeni olarak kabul edildi. Bundan önceki insanlık tarihinin hiçbir evresinde görülmedik şekilde, devletler tamamen dinlerden uzaklaştırıldı ve seküler hale getirildi. Bu yeni dünya düzeninin, Amerikan Dolarındaki ismini hatırlarsak Novus Ordo Seclorum'du, ki bu da Çağların Yeni Düzeni, Yeni Seküler Düzen demekti.


Yıktıkları çağda yalnızca imparatorlukları değil, din anlayışına dayalı devlet anlayışını da ortadan kaldırdılar. Bunun sonucu olarak da tarihte ilk defa dünya üzerinde seküler yani laik devletler ortaya çıktı. Din anlayışını devletlerden uzaklaştırıp, yalnızca insanların bireysel olarak yaşayacakları inanç sistemleri haline getirdiler. Sistemin adında olduğu gibi, kurulan bu yeni düzen artık tamamen dinlerin devre dışı kaldığı ve materyalist sistemin benimsendiği bir düzen halini aldı.


Bunu yaparken de dünyaya ''Bugüne kadar savaşların hepsi dinler yüzünden meydana geldi, bu yeni çağda ise artık dinler olmayacak, dine dayalı devletler olmayacak, bu da dünyaya barış ve huzur getirecek'' dediler. Fakat geride bıraktığımız bu yüzyıl bizlere savaşların bitmediğini, bilakis arttığını ve buna ek olarak da tek kutuplu savaşlar halini aldığını gösterdi. Güç sahibi batılı devletler, bütün dünyayı istedikleri şekilde sömürdü, istedikleri şekilde kan döktü bu yüzyılda. Karşılarında ise onlara karşı savaşabilecek güçte devletler olmadı hiç.


Bu da bize gösterdi ki, mesele dinler değil; insanlardır. Yeryüzünde hiçbir din olmasaydı, insanlar yine savaşırdı. Çünkü sorun dinlerde değil, insanlardadır. İnsanların savaşması için dinlere ihtiyaçları yoktur, zira gördüğümüz gibi bu seküler yüzyılda da savaşlar ve katliamlar asla bitmedi. Materyalizm ve ateizm dünyaya hakim oldu; dünya hiç olmadığı kadar bir sömürü düzeni yaşadı. Halbuki sistemin sahipleri, bu sistemi dünyaya kabul ettirirken dinlere bağlı savaşların biteceği vaadinde bulunmuşlardı. Öyle olmadığını hep birlikte tecrübe ettik. Tabi bizim ülkemizde hala ''kurtuluş laikliktedir!!!!!'' diyen bu batılı efendilerin köleleri hala yaşamakta. Onlar aslında karşı olduklarını sandıkları şeyin bir ürünü olduklarının ve yine karşı olduklarını sandıkları o sistemi koruduklarının farkında olmayan, beyni hipnoz edilmiş bir güruhtur.


''Sekülerizm ne gibi bir fayda getirdi yeni dünya düzeninin sahiplerine?'' diye sorarsanız eğer şöyle sıralayabiliriz;

1. Bir sömürge yüzyılına girildi. Neredeyse bütün sömürge toprakları da İslam coğrafyasında bulunuyordu. Petrol, altın, fildişi, kauçuk, elmas, doğal gaz, uyuşturucu tarlaları... Bu yüzden önce İslam Devleti'ni yıktılar. Hemen ardından da İslam Birliği olan Hilafeti ortadan kaldırdılar. Devamında ulus devletler kurdular. Kurulan her bir ulus devleti vahşi bir milliyetçilik temeline oturttular. Sömürdükleri her ulusa, birer kurtuluş savaşı verdiler ve sömürgecilerden kurtulduklarına inandırdılar. Bu hareketin sonucunda ulus devletlerin başına geçen her lider, milliyetçilik ve laikliğin kendilerini kurtuluşa ulaştırdığına insanları inandırdılar.


Bunun yanında da dine dayalı devletlerin artık eski çağda kaldığını söylediler. Yeni çağda dinlere yer olmadığını, bunun yerine bilimin benimsenmesi gerektiği fikrini aşıladılar. Bunun sonucunda ise bir dine mensup olanlar kendilerini ''gerici, geri kafalı, çağa ayak uyduramayan'' diye adlandırılmış buldular.


I. Dünya Savaşı sonrasında tüm uluslararası hukuklar çiğnenerek, Filistin toprakları üzerine bir Yahudi Devleti kuruldu. Fakat bu Yahudi Devleti öyle bir yere kuruldu ki, tüm çevresi tamamıyla Müslüman ülkelerle kaplıydı. Türkiye, Suriye, Irak, İran, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Pakistan, Katar, Yemen, Umman gibi ülkeler İsrail'i tamamen kuşatmışlardı.


Ve şu bal gibi açık ve aşikardı ki, İsrail topraklarını büyütmeye ve Müslüman katliamı yapmaya başlarsa İslami kurallarla yönetilen ülkeler buna asla izin vermezlerdi. İşte tam da bu yüzden bu yeni çağın düzeni ''Seküler'' olmalıydı.


Böylece Müslümanlar İslami kurallarla değil, seküler kurallarla yönetilecek ve İsrail de bölgede kendi hakimiyetini gün geçtikçe güçlendirecekti.

İslam Birliği fikri unutturuldu. Yerine milliyetçilik fikri sokuldu. Çünkü milliyetçilik fikri olduğu sürece Müslüman ülkeler arasında bir birleşme asla olamayacaktı.


Bölgedeki tüm liderleri de kendileri atadılar elbette. Her bir lider, bir kurtuluş sembolü oldu. Sömürgecilere karşı kendi halkını kurtaran bir kahraman figürü oluşturdular bütün sömürge coğrafyasında. O liderler ne yaptıysa, halk tarafından kabullenildi ve korundu. Ne kadar korundu diye sorarsanız eğer, dünyaya bir kez daha bakmanızı tavsiye ederim. Zira kurulan düzen o kadar sağlam kuruldu ki, bölge hala İngilizlerin çizdiği haritalarla idare edilmekte.


2. Seküler düzenin bir diğer avantajı da; tüm dünya ateizm ve materyalizm furyasına kapılmış ve dindar insanların geri kafalı sayılmaya başlanmışken, düzeni kuranlar kendi dinlerini çok daha rahat şekilde yaşayabildiler.

Din, eski kafalı ve cahil insanların inandığı bir fikir olarak lanse edildi. Bütün ünlüler, okumuş adamlar, bilim adamları ve zenginler özellikle ateist ve materyalist insanlar arasından seçildi. Okullar materyalist ve ateist sisteme göre dizayn edildi. Böylece elitlerin bir dine mensup olmadığı, bu gibi şeylerle asla uğraşmadıkları fikri uyandırıldı.


Bu yüzden bugün televizyonda ve orada burada okumuş edalarıyla kendilerini ortaya atan adamların hiçbiri koskoca Amerikan başkanlarının, dünyanın en zengin ailelerinin şeytansı dini inançlara sahip olduğuna inanmaz. Bu yeni çağın, aslında birilerinin hastalıklı dinsel inançları doğrultusunda şekillendirildiğini bilmez. Böylece de bu inanca sahip olan insanlar, dünyada materyalist ve ateist bir toplum yapısı olduğu için, kimsenin böyle şeylere inanmayacağını bilerek çok daha kolay bir şekilde yaparlar işlerini.


Bu yüzyıla sekülerizmi kendileri dikte ettiler. Seküler yani laik devletler, devlet adamları ve bilim adamları yetiştirdiler ve bunları pazarladılar. Ve işin tuhaf yanı şudur ki, 21 Aralık 2012'de girdiğimiz bir diğer yeni çağdan itibaren, materyalizm ve ateizmi yine kendileri çökertecekler. Çünkü 21 Aralık 2012 tarihinden itibaren girilen bu yeni çağ, artık materyalist değil; bilakis olağanüstü şeylerin normalleştiği bir çağ olacak.


Bu dönemde çıkan film ve dizilere dikkat edin, çok büyük çoğunluğu doğaüstü ve olağanüstü konuları işleyen filmler ve diziler olacak. Bu dünyanın asla maddeye bağlı, kurallara bağlı materyalist bir dünya olmadığı fikri insanlara aşılanacak. Taki artık insanlar tarafından bu olağanüstü şeyler tamamıyla normal karşılanıncaya kadar..


Örnek verecek olursak, geçenlerde Lucy diye bir filme gitmiştim arkadaşımla. Filmin konusu; insan beyninin yüzde yüzünü kullanarak yapabilecekleri. Tıpkı Matrix'deki Neo'nun olduğu gibi, Lucy de beynini normal insanlardan daha yüksek seviyede kullanmaya başlıyor. Böylece de cisimleri yalnızca beyin gücüyle uçurabiliyor, kurşunları durdurabiliyor falan. Tabi filmin sonunda da artık beyninin yüzde yüzünü kullanıyor ve yok oluyor; ''ben her yerdeyim, her şeydeyim'' diye bir mesajla da bitiriyorlar filmi. Sonunda insanı ''tanrı'' seviyesine getiriyorlar yani.


Bu tür film ve dizilere dikkat edin, zira önümüzdeki yüzyıl boyunca en popüler konu olacak ve yüzlerce dizi ve film çekilecek bu konuda. ''Secret'' isimli kitapların ve ''Kuantum Düşünce'' yöntemlerinin çok fazla medyada yer bulması da tamamıyla aynı sebeptendir. ''Düşünerek yapabilirsiniz, beyin gücünüzü evrene göndererek birçok şeyi başarabilirsiniz'' mesajı önümüzdeki günlerde çok daha popüler olacak.


Yani yine bir dünya düzeni kurmak için yapılan adımlar bunlar. Tıpkı bundan önce materyalizmi insanlara pazarladıkları gibi, bundan sonra da olağanüstülükleri pazarlayacaklar. Dünyanın ve insanlığın, fizik kurallarına bağlı bir dünyaya mahkum olmadığını anlatacaklar. Bu kapsamda filmler, diziler ve kitapların yanı sıra, ilüzyonistler çoğalacak. Televizyon programlarına bu fikri savunan adamlar çıkartılacak. Ve bu kez de materyalist insanlar geri kafalı olarak adlandırılacak.

Neyse.
Sekülerizme geri dönelim.

Bizim dilimizde daha çok laiklik adıyla bilinir sekülerizm. Fakat sorsan laiklik ne demek onu bile bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Hatta bazıları laikliğin sekülerizm ile aynı şey olduğunu dahi bilmez; bazıları ise buna karşı çıkar. Buna karşı çıkanların büyük çoğunluğu Müslüman olduğunu sanan laikçilerdir çünkü.

Laiklik kelimesini İngilizceye bir çevirin isterseniz, bakın ne çıkıyor karşınıza;


Diğer kelime çevirilerine de bakın isterseniz; Dünyevilik, Dünya İşleriyle İlgilenme..
Kısacası materyalizm. Devletin dinsiz olması.


Yalnız, bu ülkedeki laikliği farklı açılardan ele almak lazım.
Biraz mantık yapacaz şimdi.


Önce etimolojisine bir bakalım; Link
Sonra da Türkiye'de ve İslam'da laiklik ne demektir ona bakalım.


Cumhuriyet ile başlayalım.
Bildiğiniz gibi anayasanın ikinci maddesi, Türkiye Cumhuriyetinin laik bir devlet olduğunu söyler. Dördüncü madde ise, ilk maddenin değişemeyeceğini, hatta değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini belirtir.


Gelin bu maddeleri birlikte inceleyelim şimdi.

Laiklik, okullarda bizlere yıllarca kafamıza çakılırcasına öğretilen Atatürk ilkelerinden bir tanesi. Yine okulda öğrendiğimiz kadarıyla ''din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması''. Yani din ile devlet kurumları, birbirlerinden ayrı kurumlardır ve birbirleri üzerinde tasarruf etme hakkına sahip değillerdir. Din, devlete yasa yapma veya herhangi bir konuda baskı yapamaz; din de devlete.

Öyleyse kemerlerimizi takalım.


Ve şöyle birkaç soruyla başlayalım;

Madem din ve devlet kurumları birbirleri üzerinde tasarruf edemezler, birbirlerinden ayrıdırlar, birbirlerine karışamazlar, bu ülkedeki devlet nasıl oldu da bir din meselesi olan ezanı Türkçe'ye çevirdi?

Nasıl oluyor da bu ülkedeki camilerin imamlarını ve müezzinlerini devlet atıyor?

Nasıl oldu da devlet Kur'an'ı Türkçeye çevirtip, aslını 1950 yılına kadar yasakladı?

Nasıl oldu da ülkedeki cami arsaları ve camiler satıldı, camilere müdahale edildi?

Bu ülkede imamlar devlet memuru mu, değil mi?

E peki bu nasıl laiklik?


Demek ki, okulda başımıza çakıla çakıla anlatılan, bize dayatılan her şeye inanmayacağız. Bu ülke hiçbir zaman laik olmadı. Her zaman dine müdahale etti. Ezanına müdahale etti, Kur'an'ına müdahale etti, camisine müdahale etti, din adamına müdahale etti, din eğitimine müdahale etti. Hani laiklikte din ve devlet iki ayrı kurumdu ve birbirlerine karışamazlardı? Nasıl oluyor da devlet dine sürekli müdahale ediyor?

Dine müdahale eden devlet laik değildir.
Hakeza din devlete müdahale etmek istese, dine uygun bir yasa çıkaralım dense bütün devlet kurumları ve laikçiler ayağa kalkar bu ülkede. Fakat devlet dine karışırken, kimsenin gıkı çıkmaz. Bizdeki laik kesimden de bir tane ciğer sahibi, vicdan ya da akıl sahibi çıkmaz ki; ''Ulan biz laik devletten yanayız, adamların dinine devlet karışamaz'' desin. Eğer gerçekten laikliği savunuyorsan, bunu demek zorundasın, zira bunun icabı budur. Ama kimse kendini kandırmasın lütfen, ne bu devlet, ne de kendisini laik olarak tanıtan bu insanların amacı gerçekten laiklik falan değil, İslam'a ve Müslümanlara düşmanlık etmek ve onların bu ülkede hiçbir hakka sahip olmamalarını istemektir.


Yıllardır bu cumhuriyet laik olduğu konusunda bütün yurttaşlarını kandırdı. Çünkü laiklik kuralları çiğnendi. Devlet, dine müdahale etti. Din adamlarını kendi bünyesine aldı. Din eğitimini ve camileri kendi bünyesinde eritti. İnsanların inandıkları dinin dilinde eğitim görmelerini, hatta inandıklarını dinin alfabesini bile yasakladı. Demek ki Türkiye asla laik olmadı; dinin karşısında oldu.


Laik arkadaşım, ''Türkiye laiktir, laik kalacak'' diye bi taraflarını yırtan ciğersiz arkadaşım, üzgünüm, kusura bakma ama kıçından uydurduğun elemente inanıyorsun. Cahiliye döneminde olduğu gibi, kendine bir put yapmışsın ve ona tapıyorsun. Başka da bir boka derman olabildiğin yok zaten. Hayatını meydanlarda çığırtganlık yaparak geçirmeyi kendine hayat felsefesi edinmiş, ama konuşmaya kalksan iki kelimeyi yan yana getiremeyecek olan embesil bir zavallısın hepsi o.


Ayrıca aklıma gelmişken sormadan edemeyeceğim;
Bu laik, İslam düşmanı tayfadan olan arkadaşım; bütün düşünce ve fikirlerinin, yeni dünya düzenini kuran adamların çizdiği planlar doğrultusunda olduğunu hiç fark ettin mi?

Yani ulus devlet planı kurdular, sen ulus devletçi oldun.
Milliyetçiliği yaydılar, sen milliyetçi oldun.
Materyalizmi yaydılar, sen materyalist oldun.
Sekülerizmi yaydılar, sen laik oldun.

Bana çağa uydurmak ve çağın hevasına ve modasına kapılmak dışında yaptığın veya inandığın bir şey varsa onu söyle. Ama yoksa, lütfen ayak altında dolaşma.


Neyse, devam edelim.
Buraya kadar olan bölümden anladık ki, sekülerizm yani laiklik denilen şey bizzat yeni dünya düzeninin bir parçasıdır, planıdır, aracıdır. Ayrıca bunun yanında bizlere laik devlet diye yutturulan bu cumhuriyet, dinin karşısında olmuş ve her zaman dine müdahale etmiştir.


Gelelim laikliğin İslam ile olan ilişkisine..

Devlet işlerinde ve yapılan kanunlarda, dinin referans alınmaması temel noktadır laiklikte. Yani din, devlet ve de dolayısıyla halkın, toplumun, insanların üzerinde herhangi bir yasa yapma ve hüküm verme yetkisine sahip değildir. Laik devletlerde din, yalnızca bireysel ibadet ve fikirler bazında kalır. İşte tam da bu yüzden laiklik, İslam ile taban tabana zıttır.


Çünkü İslam, bireysel bir ibadet dini değil; toplumun her anını, her bir hareketini ve kararlarını etkileyen, kapsayan bir dindir. Kur'an-ı Kerim ise İslam dininin anayasasıdır. Ve eğer bir anayasa varsa, buna uyulması için vardır.


Örneğin; Kur'an'da miras kanunu vardır. Mirasın nasıl paylaşılması gerektiği açık, net ve ayrıntılı şekillerde defalarca zikredilir Kur'an'da.

Kur'an'da Miras Kanunları )


Fakat laik devlet, tamamıyla insan ürünü olan ve İsviçre anayasasına dayanan kanunlara sahip olduğu için, Kur'an hükümlerini ve kanunlarını tanımaz. Yani Kur'an; ''Erkeğe iki, kadına bir'' derken, laik devlet bunu tanımaz ''ikisine de bir'' der.


Sonra Kur'an'da toplum nizamı için konulan yasalardan birinde; ''Hırsızlık yapanın elini kesin'' der (Maide,38). Fakat laik devlet; ''Hırsızlık yapana hapis cezası'' der.


İslam Hukukunda nikahta iki erkek veya bir erkek iki kadın olması gerekir, ve bu şahitlerin Müslüman olması lazımdır. Laik düzende ise Müslümanlık değil, TC vatandaşı olma şartı vardır.

İslam Hukukunda erkeğin dört kadın alma hakkı vardır, laik düzende ise bir kadından fazlasıyla evlenilmez.

(Kur'an'da Evlilik Kanunları)


Ve bunun gibi birçok yasa, birçok kanun İslam anayasası olan Kur'an ile, laik anayasanın taban tabana çakıştığını gösterir. Yani Allah ''şunu yap!'' diye emrederken, laik sistemin insanları ''hayır biz bu şekilde yapacağız!'' demekte. Cahiller ve kıt kafalılar için olayı saatlerce uzatabiliriz aslında ama, okuyucularımın ekserisinin akıl ve izan sahibi olduklarını biliyor ve şu ayetle kısaltıyorum;

''Allah'ın indirdiğiyle hükmetmeyenler kafirlerin ta kendileridir.'' Maide,44


Allah'ın indirdiği kanun ve hükümler ile hükmetmeyenler, Allah indinde kafirlerin ta kendileridir. Şöyle bir mantıklı düşünürsek eğer; sen insan eliyle yapılan kanunları, Allah'ın indirdiği kanunlara tercih ediyorsan, bunun adı şirk'tir. Eğer Allah bu kanunlara uymamızı istemeseydi, neden bu kanunları indirdi?


Çok açık bir şekilde kulu, Allah'a tercih etmektir bu. Zira sekülerizm kelimesinin diğer anlamı da dünyevilik demektir, unutmayın. Din devlete karışamaz demek, Allah devlete karışamaz demektir. Allah'ın indirdiği anayasadaki kanunlar yerine, İsviçreli birkaç aciz insanın yaptığı yasaları kabul etmek, kulu Allah'a tercih etmek, Allah'ı değil kulu dinlemektir.

Tam da bu sebepler yüzünden laiklik, sekülerizm tamamıyla ve tam anlamıyla İslam'a zıttır. Küfür düzenidir. Ve bu düzen baştan aşağıya tamamıyla şirkle doludur, şirkle kaplıdır. Çünkü tek şiarı devletin üzerinde hiçbir otoritenin olmamasıdır. İslam'da ise tek otorite Allah'dır.


İslam'da egemenlik kayıtsız şartsız milletin değil; egemenlik kayıtsız şartsız Allah'ındır.
Müslüman devlette vekiller Allah ve Kur'an üzerine yemin eder, laik devletimizde ise Atatürk ilke ve inkılapları üzerine yemin edilir. Şahitlik sırasında Avrupa ve Amerika ülkelerinde İncil üzerine yemin edilirken, bizde Kur'an üzerine yemin edilmez. Kur'an bulundurulması dahi suçtur.


Ama size daha komik olanını söyleyeyim mi?
Bu düzenin efendileri tarafından yetiştirilen ve piyasaya sürülen hoca kılıklı şarlatanlardan biri olan Yaşar Nuri Öztürk; ''Laiklik Allah'ın emridir'' der. Link


Bu yüzdendir ki bu ve bu gibi adamlar televizyon kanallarının vitrinlerinden asla inmezler. Çünkü arkalarında sıkı destekçileri vardır.

Fethullah Gülen de; ''Laiklik Allah'ın bir nimetidir.'' der.
Nasıl bir hipnoz ile karşı karşıya olduğumuzu farketmişsinizdir artık umarım.


E şimdi şöyle bir bakıyorsun, Allah'ın izin verdiğine laik devlet sistemi izin vermiyor; Allah'ın yasakladığını laik devlet sistemi özgür bırakıyor, napacaz biz şimdi?

Şimdi Müslüman olmayanlara burada bir sözüm yok, onlar kendileri için ideal olanı seçiyorlar elbetteki. Lakin Müslümanlar? Onlar nasıl bu sistemi kabullenirler? Nasıl olur da Allah'ın kanunlarını bırakıp da, Allah'ın yarattıklarının kanunlarına tamah ederler, boyun eğerler? Kula kul olmak, işte tam anlamıyla budur.


Müslümana bir soru daha yönelteceğim şimdi;
İslam şeriatının lağvedilip, yerine İsviçre kanunlarının alındığı bir ülke bir Müslüman ülkesi olabilir mi? Müslümanlar özgürlüklerini kazanmış mıdır, yoksa bilakis kaybetmişler midir?

Şunu unutmayın;
Her nerede Müslüman bir çoğunluk varsa ve bu Müslüman halk Allah'ın kuralları ile yönetilmiyorsa, orada Müslümanlar özgür değil, köle edilmişlerdir. Orada Müslümanların özgürlükleri ellerinden alınmıştır. Muhalefet etmek için ağzını her açtığında ''bu vatan böyle kurtuldu'' gibi cümleler sarf eden geri kafalı yobazlar, bu vatan uğrunda savaşanların ''Allah Allah'' diyerek savaştıklarını, hilafeti ve İslam'ı korumak uğruna savaştıklarını, dinlerini yaşayabilmek için savaştıklarını ve öldüklerini asla ağızlarına almazlar. Daha doğrusu alamazlar.


Türbanlıların ve sakallıların devlet dairelerine yıllarca alınmadığı bir ülkede Müslümanlar özgürlükten bahsedebilir mi? Allah'ın emrettiğini yasaklayan bir devlet, Müslümanların devleti olabilir mi? Allah'ın emrettiğini yaptıkları için hapse atılanların olduğu bir ülkede, Müslümanlar köle değil de nedir?


Müslüman siyasetle uğraşmaz dediler bizlere yıllarca. Bizi böyle uyuttular ve uyuşturdular. Çünkü Müslümanların devlete karışmasını istemediler. Lakin Müslüman siyasete karışmaz demek, aynı şekilde Allah siyasete karışmaz demektir. Allah her şeye karışır. Din her şeye karışır. Karışmaz diyen ise bu dinin mensubu olamaz. ''Müslümanım ama laiğim'' diyen arkadaşlar, mezara girdiklerinde Müslüman olmadıkları sürpriziyle karşı karşıya kalacaklar.


Sekülerizm, diğer adıyla laiklik; I. Dünya Savaşı sonrasında İngiltere'nin başını çektiği batılı siyonist güçlerin dünyaya pazarladığı, hatta dikte ettiği; ilk bakışta dünya toplumlarının kulağına hoş bile gelebilen bir özgürlük ve bağımsızlık ilüzyonudur. Bir sömürü aracıdır. Çünkü Müslüman coğrafyası laik anayasalara dayanırsa, diğer Müslümanların sömürülmeleri kendilerinin umurunda olmayacaktır. Müslüman ülkeler, aralarına milliyetçilik diye bir fitne sokulduğu için, kendi ulus devletlerine dokunulmadığı sürece, diğer Müslümanlara dokunulmasına ses çıkarmayacaktır.


Batılı ülkeler laik olabilir, gayrimüslimler laik olabilir. Ama Müslümanlar laik olamaz. İslam'a inanıyorum ama inanmak dışında hiçbir kuralını, kanunu, yasasını kabul etmiyorum diyen biri Müslüman olduğunu sanan bir Ebu Cehil'dir.


Bugün Müslümanlar bile ulus devletlerin değil de, bir İslam birliğinin olduğunu ve şeriatla yönetilmeyi düşünemiyor. Ulus devletlerin olmadığı bir sistemin ne olduğunu hayal edemiyorlar. Çünkü beyinleri bu çağa göre çalışıyor. Çağın üzerinde düşünemiyorlar. Beyinleri ve hayal güçleri bu sistem tarafından sınırlanmış. Kalın hatlarla çizilmiş bu sınırların dışarısına çıkamıyorlar.


Allah'a ve ahiret gününe iman eden biri, içinde bulunduğu çağın dikte ettiği düşünce ve fikirlere değil; çağların üzerinde olan iman esaslarına göre yaşamalı ve düşünmelidir. Hz. Nuh as da 950 sene yaşadı, kendine inandırabildiklerinin sayısı bir elin parmaklarını geçmedi o 950 senede. Yani tıpkı bugünkü gibi küfrün hakim olduğu bir çağdı o da. Hz. Nuh'a inananlara aptal, geri kafalı dendi yıllarca. Ama unutmayın ki hak, ona inananların çokluğuyla ölçülmez. Bir kişi inansa da, hak haktır. Doğru doğrudur. Biz Müslümanlara ''bu yüzyılda şeriat mı olur be manyak mısınız siz'' demeleri bizi caydırmamalı. Hatta birtakım Müslümanların bile Allah'ın kanunlarına karşı çıkmaları, kafamızda soru işareti uyandırmamalı. Çünkü deli değiliz. Dünya üzerindeki tek sağlam insanlar olmak bizi deli yapıyorsa, belki de deliyizdir. Akıllı olduğunu söyleyenlerin bu dünyayı kandan kana, sömürüden sömürüye sürüklediği bu çağda; bizlerin deli olduğumuzu düşünmeleri, onlarla aynı fikirde olmadığımız içindir. Ki amacımız da budur. Popüler ve güç sahibi olan akıllılık değil, kimsenin tamah etmediği, bağlı kalmadığı delilik.. Unutmayın ki atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli derler.


Her gün şehadet etmeliyiz; ''Allah'ım senin kanunların ve emirlerin dışında hiçbir kanunu tanımıyorum. Senin reddettiğin her şeyi reddediyorum.'' diye. Herkesin bir gün içinde defalarca dinden çıktığı bu dönemde, en azından Allah'ın dininde kalabilmeyi denemeliyiz. Allah'a olan akdimizi yenilemeliyiz. Aksi halde Hz. Nuh'un yanında olan bir avuç insan değil; gerçeği görmemekte ısrar eden inkarcılardan olacağız.

Selametle..


ONE DAY

$
0
0

Selamın aleyküm.

İçinde bulunurken acılar ve kötülükler asla bitmeyecek gibi gelir. Canınızı acıtan her anı saniye saniye yaşarsınız. Zamanın izafi oluşudur bu da. Siz mutluyken, eğleniyor ve gülüyorken zaman su gibi akıp gider. Farkına varamazsınız. Bu kadar çabuk geçmesine de üzülürsünüz.

Bu yüzden, okulu sevmiyorsanız tatiller çok kısa sürer ama okul günleri bitmek bilmez. Ailenizle misafirliğe gittiğinizde, kafa denginiz yoksa ve yaşlıların arasındaki sohbeti çekmek zorundaysanız sıkılırsınız ve o iki saatlik ziyaret size bütün bir günmüş gibi gelir. Fakat playstation oynarken üç-beş saat göz açıp kapayıncaya kadar geçer, ''ne ara bu kadar oldu lan?'' dersiniz.


Bu yüzden her zaman 1 saat, 1 saate eşit değildir. Çok sevdiğiniz biriyle, ya da çok eğlendiğiniz bir şeyle geçirdiğiniz 1 saat; hiç hoşlanmadığınız biriyle veya yapmaktan sıkıldığınız bir şeyle geçirdiğiniz 1 saatten azdır. İkinci denklemdeki 1 saat, birinci denklemdeki 1 saatten uzundur.


Bu bireysel olarak böyledir. Bir de bunun genel insanlık olarak geçerli olan bir denklemi var. İnsanlar için kötü asırlar çok uzundur, iyi asırlar çok kısa. Mesela biz Müslümanlar, ki sadece Müslümanlar değil, dünyanın doğu yarım küresi bir yüzyıldır ne yazık ki çok fazla kötü şey yaşadık. Fakat kafamıza öyle bir fikir yerleşmiş ki, biz tarih boyunca böyleymişiz gibi düşünüyor doğu yarım küreli insanlar. Geçtiğimiz bin yılda tartışmasız dünyaya hükmeden taraf olduğumuz aklımızdan silindi mesela. Çünkü içinde bulunduğumuz yüzyıl, bize bin yıldan daha uzun geldi.


Bazen yüzyıl, bin yıldan uzundur. Bizim yüzyılımız da bin yıldan uzundu.
Normal insanlar, bu bin yıldan uzun olan yüzyılda anormal olarak adlandırıldılar. Sisteme ve düzene epey bir yabancı kalmışlardı çünkü. Onlar içinde bulundukları çağa ayak uydurmayı ve bu çağın insanı olmayı, yani insanlıklarından ödün vermeyi reddettiler. Bu yüzden de bir yüzyıl, onlar için bin yıldan uzun bir hal aldı.


Şimdi size alakasız gibi görünen ama tam da konuyla örtüşen ve pekiştiren bir örnek vereyim;
Gülmek bulaşıcıdır.

Evet.
Gülmek bulaşıcıdır.


''Aşağıdaki paragraflardan hangisi yazının akışını bozmaktadır?'' sorusu sorulsaydı, herkes son yazdığımı seçerdi elbette ki. Şimdi o aptal müfredatın aptal sorularına bir selam çakarak devam ediyorum;


Gülmenin bulaşıcı olması gibi, duygular da bulaşıcıdır. Örneğin iyilik ve kötülük. İkisi de bulaşıcıdır.
Yani yan yana beklediğiniz onlarca insan, arabaların gelmediğini görüp kırmızı ışıkta karşıya geçmeye başlarsa, siz de orada tek başınıza durmazsınız; geçersiniz. Aynı şekilde güvenlik yok diye herkes metrobüse akbil basmadan biniyorsa, siz de basamadan binersiniz.


Diğer yandan da, birlikte yürüdüğünüz arkadaşlarınızın hepsi bir dilenciye para vermeye başlarsa, siz de onlardan biri olursunuz ve siz de para verirsiniz. Otobüsteki gençlerden birkaçı, sonradan binen yaşlılara yer verirse, siz de bir sonraki yaşlı için ayağa kalkarsınız. ''Şu fakir adama yardım toplayalım, bir şeyler alalım'' denildiğinde birkaç kişi atılır ve ''ben varım'' derse, siz de o gruba dahil olursunuz.


Yani insanoğlunda hem iyiye, hem de kötüye meyil vardır. Kimsenin içinde kötülük yok değildir. Asla kötülük yaptığını görmediğiniz insanlar, o duyguyu bastırabiliyor, yenebiliyor demektir. Ki bu da zor bir şeydir. Veya hiç iyi şeyler yaptığını görmediğiniz insanların içinde de iyiliğe meyil yoktur anlamı çıkmaz. Keza o insanlar da, içlerindeki iyiliği yeniyor demektir.


İster ''insan sosyal bir varlıktır'' deyin, isterseniz de ''insanlarda sürü psikolojisi vardır'' deyin; insanlar bir şeyi yapmak, harekete geçirmek için çoğu zaman bir başka insanı veya insanları beklerler. Cesaretleri kırık olduğundan, yaptıkları şeyleri gerek bir suç ortağıyla, gerekse yanlarında olan birileriyle yapmak isterler. Bu yüzden de iyilik ve kötülük bulaşıcıdır. Tıpkı gülmek gibi.


Peki bu bulaşıcılığı başlatanın siz olması gerektiğini hiç düşündünüz mü?
İyi veya doğru bir şeyler yapmanın daha zor olduğu günümüzde, elbette ki iyi olanı başlatmaktan bahsediyorum.

Mesela herkes kırmızıda geçerken, tek başınıza orada beklemek.
Peçete satan o adam veya kadından, ya da çocuktan kimse bir şey almıyorken, gidip elli kuruşa sattığı peçeyi 1 veya 2 liraya satın almak. Ya da 5 liraya...
Otobüste veya kantinde, kafede, yolda, durakta kimse birbirini tanımadığı için herkesin suratı öndeyken ve insanlar artık yalnızca tanıdıkları insanlara selam veriyor ve gülümsüyorken; hiç tanımadığınız o insanların arasına girdiğinizde selam vermek ve gülümsemek.


Tüm bunlar bugün yaşadığımız hayatta epey garip şeyler di mi.. Birçoğunuz okurken ''he yapıyım da beni manyak sansınlar anasını satayım!!'' bile diyordur şuan. Yani insanların hakkımızda düşündüğü veya düşüneceği şeyler, olması gereken en doğal içgüdülerimizin ve insanlığımızın bile önüne geçmiş.


Sorduğunda herkesin iyilik ile alakalı şair misali cümleler kurduğu, fakat iş fiile geldiğinde bunu yapan insanları garipsediği ve kendilerinin de zıddını yaptığı tuhaf bir insan sürüsüyüz şuan.


Ama insanlık dibe vurduğunda, aslında yükselmeye başlamıştı. O normal insanların sayısı koca dünyada bir elin parmakları kadar bir sayıya inmişti. Fakat yok olmadılar. Olmayacaklar da. Çünkü o bir avuç insan, etrafındakilere iyilik bulaştırdı. Dünyayı saran bulaşıcı kötülük virüsüne karşı, bir anti-virüs olarak iyilik virüsü bir salgın gibi yayılmaya başladı. Ve bir gün, yenik durumda olan salgın, galip durumda olan salgını geçecek.


Çok küçük iyiliklerle başlayanlar, bununla yetinemediklerini fark edecek ve daha fazlasını isteyecekler.


Yalnızca bir gülümseme görmek için binlerce dolar harcayan insanlar çıkacak ortaya. İhtiyacı olana akbilini bile vermeye yüksünen insanlar bir gün olmaları gereken yerde olacaklar, dışlanmış şekilde kalacaklar. Onlar 2 liraya verdikleri değerle yaşarken, bizler binlerce liraya vermediğimiz değerle mutlu olan insanlar olacağız bir gün.



Fikirlerimi bazen garip bulanlar oluyor, bu da çok tabii. Bazıları dünya o kadar kötü değil diyor, bazıları da asla o kadar iyi olmayacak.. Bense dünyanın şuan ne kadar kötü bir durumda olduğunun farkındayım ve yakın bir gelecekte de yeterince iyi olacağını biliyorum. Yalnızca kötü şeyler yaşadığımız ve gördüğümüz için, 1 dakikamız 1 dakikadan daha uzun. 1 günümüz ve yılımız, normalde olduğundan çok daha uzun.


Bir gün gelecek, bir günümüz bir gün gibi olacak. Sonra bir gün gelecek; bir günümüz, bir günden çok daha az olacak. Belki bizler o zamana yetişemeyiz, bilemiyorum. Ama en azından o günler için bir nesil yetiştirmeliyiz.

Selamlar, saygılar..

HARF İNKİLABI

$
0
0

Selamın aleyküm.

Birçok yerde, birçok insanla tartıştığım bir konuyu biraz da sizinle muhazara etmek istiyorum. Birçok meselede hemfikir olduğumuz okuyucularım da var, birçoğunda uzlaşamadığımız okuyucularım da.. Ve böyle olmasından dolayı da çok müteşekkirim aslında. Gerek düşündüğüm ve inandığım şeylerde o kadar da yalnız olmadığımı görüyor, gerekse de muhalif olanlardan gelen farklı fikirlere kulak veriyor ve farklı yönlerden de bakabiliyorum.

Bugün bu yazıda yapacağım şey de, her zaman olduğu gibi, doksan senedir maruz kaldığımız bir hipnozdan uyanmamız için bir parmak şıplatma olacak.


Çok fazla tabusu olan insanlarız. Dogmalarımız var ve onlar hakkında yapılan yorumlara bile katlanamaz hale gelmişiz. Ama benim buradaki amacım, bir taraftan her yerde ''sistem kötü'' eleştirileri ile başlayan ve sisteme dair her şeyi yerden yere vuran insanların, diğer yandan bu sistemin kurucularına ve sahiplerine asla ve kat'ha laf ettirmediklerinin farkına varmalarını sağlamaya çalışmak.


Fikirleri değişir değişmez, savundukları şeyleri yine savunurlar veya savunmazlar bu önemli değil. Önemli olan şey, inandığı ve savunduğu şeyleri doğruları ve yanlışlarıyla kabul etmeleri. Kısacası kıvırmamaları.


Bu yazının konusu harf devrimi. Başlıkta bir sorun arıyorsanız eğer, aramayın. Başlık gayet düzgün..
Nedenleri, sonuçları ve bu konunun önemi hakkında Dil Savaşları ve Asimilasyon isimli bir yazı yazmıştım. Lakin yine de bazı şeyler konuşmak istiyorum bu konuda. Çünkü biliyorum ki benim karşılaştığım tarzda muhalefetlerle siz de karşılaşıyorsunuz ya da karşılaşacaksınız. Bunun yegane sebebi de ülkemizdeki muhalefet anlayışının tamamen aynı olması. Asla farklı bir muhalefet söz konusu değil bu ülke topraklarında. Bir şeyleri savunanlar, savundukları şeyi yanlışlarıyla da olsa körü körüne savunuyorlar çünkü.


Onlar için savunma yöntemi, bugüne kadar kendilerine öğretilenleri tekrar etmekten başka hiçbir şey değil. Yüz yıldır klişeleşen şeylerle bir şeyleri açıklamak, bir şeyleri savunmak istiyorlar. Tıpkı ''Atatürk olmasa babanı tanımazdın'' diye kargaların bile güldüğü şeylerle yapılan muhalefet gibi. Bu gibi insanların babalarını Mustafa Kamal belirlemiş olsa gerek ki, öyle diyorlar sürekli.

Hipnoz devam etmekte
Her neyse.

Harf devrimi denilince muhaliflerin, muhalefet temelleri asla değişmez;

1. Okuma yazma zordu
2. Türkçe konuşup, Arapça yazmak zordu
3. Arap harfleri Türkçe'deki sesleri karşılayamıyordu
4. Çağın şartları bunu gerektiriyordu
5. Arap harfleriyle ticaret yapmak zor oluyordu, bütün Avrupa Latin alfabesi kullanıyordu
6. Biz Arap mıyız Arap alfabesini kullanalım
7. Arap harfleri gelişmeye engeldi
8. Atatürk olmasa babanı tanımazdın
9. Çok sıkıldım
10. Yerim çok dar
11. Senden çok var.


Şimdi öncelikle okuma yazmanın Arap harfleriyle zor olması konusundan başlayalım.
Okuma yazma Arap harfleriyle asla zor falan değildi, zira bugünden örnek vermek gerekirse; bizler kışın okulda, eğitim sisteminin bize dayattığı şekilde Latin alfabesini öğrenerek büyüdük, fakat yazları da Kur'an kurslarında Arap harflerini ve Kur'an okumasını öğrendik. Ve ellerimizdeki o Elif-Ba kitaplarıyla alfabe öğrenmemiz birkaç haftamızı aldı en fazla. Anlama kıtlığı yaşayanların bile maksimum bir ayda öğrendiği bir alfabe idi Arap alfabesi. Üstelik bir de Latin alfabesi biliyorken..


Kaldı ki, bu millet İslam'a geçtiğinden beri Arap harflerini kullandı. Yaklaşık 1200 yıl boyunca kullanılan bu alfabe, 1200 yıl boyunca hiçbir sorun oluşturmadı da, İslam Birliğinin ve Müslümanların yeryüzünden silinmesinden sonra mı sorun teşkil etmeye başladı?

1200 yıl boyunca kimse bu alfabenin zor öğrenilmesinden şikayetçi falan olmadı da, bir anda alfabenin zor olduğuna mı karar verildi?


Yapmayın Allah aşkına. Beş yaşındaki çocukların bile bu alfabeyi çok ama çok rahat ve kolay bir şekilde öğrenip, Kur'an okumaya başlaması bu alfabenin yeterince kolay olduğunu kanıtlamıyorsa, daha ne kanıtlayacak?


Hele ki, bize okulda öğretilen şu mantık ucubesine ne demeli;
''Türkçe konuşup Arapça yazmak çok zor oluyordu.''

Bu ifade, bir milleti ve bir nesli tam anlamıyla geri zekalı yerine koymaktır. ''Siz o kadar geri zekalısınız ki, size her boku söyleriz çünkü sorgulamadan inanır ve onu savunursunuz'' demektir bu. Zira aynı şekilde bizlere Latin alfabesini ''Yeni Türk Alfabesi'' olarak yutturmadılar mı yıllarca?


Arapça yazmak ile Arap alfabesini kullanmak ayrı şeylerdir.
Arap harflerini kullanarak İngilizce kelimeler de yazabilir ve okuyabilirsin. Zira Libyalı ve Suriyeli olan bazı arkadaşlarım aynen de öyle yapıyor. Kaldı ki bilakis Latin alfabesi Türkçe'deki sesleri tam olarak karşılamaz.

En basitinden bir örnek vereyim; Buse kelimesini nasıl okuyoruz? Buse diye mi, yoksa Buuse diye mi? Çift ''u'' var di mi okurken, aynen öyle. Hakan kelimesi? Haakan diye telaffuz edilmiyor mu? E hani nerede Latin alfabesinin Türkçedeki mükemmel uyumu? Ve bunlar benim aklıma ilk etapta acele ile gelen örnekler, üzerine düşünsem boyum kadar bir liste bile yaparım.
Yani mesele bu da değil.


Çağın gerekleri, ticaret ve gelişme meselesine değinirsek kısaca;
Bu üç değerlendirme de yine saçmadır. Zira alfabenin ne çağ ile, ne ticaret ile ne de gelişme ile uzaktan yakından alakası olamaz. Eğer alfabe bunlara engel olsaydı, Japonya ve Çin o tuhaf alfabeleriyle şuan dünyanın en büyük teknoloji üssü ve ticaret devi olamazlardı. Haksız mıyım?

Çin dünyanın bir numaralı ticaret merkezi. Dünyanın her yerine kendi mallarına ihraç ediyorlar. Fakat kullandıkları alfabe, bizim bildiğimiz türden alfabe bile değil. Acayip acayip şekiller. Peki bu alfabe Çin'in ticaretine engel oldu mu? Şuan dünyanın tartışmasız bir numarası Çin bu konuda.


Japonya'ya gelecek olursak, kendileri de dünyanın teknoloji merkezi. Bütün batılı ülkelerden çok daha gelişmiş bir teknolojiye sahip. Bütün dünyaya teknoloji pazarlıyorlar. Peki Japon alfabesi bu gelişime, bu teknolojiye herhangi bir sınır veya engel getirdi mi?


Tabii ki hayır. Çünkü alfabenin bunlara engel olduğunu söylemek kara cahillikten ve halkı da geri zekalı yerine koymaktan başka bir şey değildir. Hakeza şuan Arap ülkeleri, dünyanın en zengin ülkeleri. Dünyanın finansal merkezi kesinlikle Arap ülkeleridir. Hatta son zamanlarda Avrupa ve Amerika'daki bütün futbol kulüplerini satın almaya başladıklarını ve petrol yataklarının neredeyse tamamına sahip olduklarını hatırlarsak, kullandıkları Arap alfabesinin yine bu gibi şeylere engel olmadığını görürüz.


Peki amaç neydi?
Bunu İsmet İnönü'den, yani bu devrimi yapan iki adamdan biri olan kişiden tekrar dinleyelim;

''Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegane sebebi, alfabenin öğrenilmesinin zor oluşu değildi. Devrimin temel gayelerinden biri; yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.. Böylece yeni nesiller eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazıyla çıkan eserleri de biz denetleyecektik.. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunamayacak; dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı.''


Mesele tamamen bundan ibarettir. Bundan başka hiçbir gaye aramak gerekli değildir, abesle işgaldir. Rusya'da komünist devrim oldu, fakat harfleri değiştirmediler. Tarihlerini ve kültürlerini özünden bu kadar mesnetsiz ve gereksiz yere koparmadılar. Müslümanlar bin yıl dünyaya hükmetti, fakat batılılar veya uzak doğulular alfabelerini ''e çağın gerekleriiiii'' diye asla değiştirmediler. Kimlerin diliyle ve diniyle oynandığını bilmek istiyorsanız, Ortadoğu ve Afrika haritalarına ve tarihlerine bakın.


Afrikalarının dinleri de dilleri de ellerinden alındı Ortadoğu'da aynı şey tarihle ve ekonomi ile yapıldı. Şimdi geriye baktığımızda 1923'ten öncesi yok edilmiş bir tarih tezimiz var. Kendi tarihimizi yabancılardan öğrenmek zorunda kalıyoruz. İngiltere ve Fransa'ya gidiyor ve dönemin eserlerini ve arşivlerini arıyoruz, elimize alıyor ve okuyoruz. Fakat kendi tarihimizi kendi arşivlerimizden çıkarmak bir yana dursun, çıkardığımızda anlayamıyoruz.


İsrail diye bir ülke kuruldu ve harf devrimini tersine yaptılar. Kendi alfabelerini yani İbranice'yi kullanmaya başladılar. Ayrıca şunu eklemezsem çok ayıp ederim; harf devriminden sonra dahi Mustafa Kamal bile eski yazıyı kullanmıştır. Hatta ve hatta Aziz Nesin bile yazılarını önce eski yazıyla yazmıştır. Yeni yazının düşüncenin akışını bozduğunu ve yazmanın daha zor olduğunu söyler Aziz Nesin.


Yazıyı bazı yazar ve düşünürlerin sözleriyle bitirelim;

''Bir milleti işgal etmek isterseniz, askeri istilaya lüzum yoktur. Tarihini unutturmak, dilini bozmak, dininden uzaklaştırmak ve dolayısıyla manevi değerlerini ve ahlakını yozlaştırmak kafidir. Yeryüzünde bir tek memleket gösterilemez ki, orada gençler kazara milli kütüphanelerine girerlerse, bir tek eser okuyamadan gitsinler. Böyle bir katliam hiçbir memlekette ve hiçbir memleketin tarihinde yoktur.''Peyami Safa, Arap Harfleri


''Her ülkenin alfabesi Kutsal Kitabının alfabesidir. Tek istisna Türkiye. Kendi Kutsal Kitabını okuyamayan tek millet bizim milletimiz. Bu adamlar alfabeyi neden değiştirdiler? Bilim ve teknikte ilerlemek, kalkınmak için. Oysa kalkınmanın alfabeyle alakası yok. Güney Amerika ülkelerinin tamamı Latin alfabesi kullanır, hepsi de geri kalmış durumda. Oysa Japonlar 1500 harflik alfabeleriyle ilerledi, kalkındılar. Şu bir gerçek, harf devriminin tek bir gayesi vardı; Milletimizi dininden tarihinden ve kültüründen koparmak.''Metin Köse, Aynadaki Kemalizm


''İslam harflerinin ilerlememize mani olduğunu ileri sürenler, Avrupa'nın bizi yok etmeye karar vermiş yazarlarıydı. Bir Volney, bir Baron de Tott vs. İslam'a düşmandılar. Başlıca hedefleri bizi tarihimizden, irfanımızdan bir kelimeyle İslam'dan kopartmaktı. Bu bedbaht telkinler önce birçok dürüst Türk münevverini de büyüler gibi oldu. Sonra meselenin vahametini kavramakta gecikmediler.''Cemil Meriç, Kültürden İrfana


''Eğer medeniyet, milli gelir alfabeyle artsaydı; Ruslar, Çinliler, Japonlar alfabe değiştirirdi. Kendi alfabesini değiştiren hiçbir millet yok. Olmayacak da. Öyleyse bu çılgınlığın sebebi ne?''CemilMeriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları


''Bu milletin bütün kütüphanelerini yaktılar. 1929'da ilk mektebi bitiren nesil, kendini bir çöl ortasında buldu. Yeniden başladı alfabeye ve ölünceye kadar alfabede kaldı. Sonraki nesiller hep aynı yokluk, hep aynı sefalet içinde çırpındılar. 1929'da okuma-yazma bilenler, 1930'da analfabet (okumaz-yazmaz) durumuna düştüler. Ve kendilerine zorla kabul ettirilen dili çelik korse gibi, bir Çinlinin ayakkabısı gibi, ezip büzen bu yabancı harflere hiçbir zaman ısınamadılar. Yeni nesiller ise 10-15 yılda şişirilen, sözde milli, bir kütüphane buldular. Ama bu kitapların dili boyuna değişiyordu. Her maskaralığı alkışlamaya zorlanan ve bu şakşakçılığı bir refleks, bir insiyak gibi uzviyetine sindiren şamar oğlanı burjuvazi!''Cemil Meriç, Jurnal


''Osmanlı rahatsız ediyordu Mustafa Kemal'i. Silinmesi gereken bir vesika idi yakın tarih. Mazi, zaman zaman gevezelik ediyordu. Dil devrimi, Selanik'in İstanbul'a isyanıdır. Osmanlı ordusu, Osmanlı teşkilatı, Osmanlı mirası yok edilemezdi. Ama nesillerin birbirleriyle olan devamlılığı bozulabilirdi. Harf inkılabı 600 yılı rafa kaldırdı. Ve tarihsiz bir memleket ibda etti.''Cemil Meriç, Mağaradakiler 


''Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan harf inkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkı bulunmaktan çok. Halkın tarih ve dinle ilişkisini kesmekte işe yaradı. Böylece geçmişle bağlar, devlet ve devletin istediği tarzda ilgilenen tarihçiler tarafından kullanılmaya başlandı. Bu tarihçilerin esas işlevleri ise ''kozmopolit, karışık, şarklı, geri'' olarak niteledikleri Osmanlı kimliğinin yerine; ''etnik açıdan saf, dünya görüşü açısından laik, batılı, modern bir Türk kimliğinin üzerinde yükselecek Türk-Ulus Devleti inşa etmekti.''Ayşe Hür, Öteki Tarih


''Latin alfabesi, dil devrimi, modern hukuk, laik eğitim gibi düzenlemeler, ''ilmiye sınıfı''nın yerine yeni bir ''aydın tipi'' yaratmayı başarmıştır. Bu inkılapların yarattığı yeni hizmet alanları sayesinde, söz konusu kesim maddi çıkarlar aracılığıyla Bonapartist rejime bağlanabilmiştir. Böylece geniş kitleler üzerinde sınırlı da olsa, bir otorite ve saygınlığa; dolayısıyla da ayrıcalıklara sahip olan bir kesimin yaratılması, bunlar aracılığıyla değişik toplum kesimlerinden kısmi bir destek sağlanabilmesine olanak vermiştir. Bugün aydınların büyük bir bölümünün Kemalizme bağlılıkları ve Kemalizmin gönüllü taşıyıcısı olmaları, ideolojik bir yanılsamadan çok, bu olguyla doğrudan ilgilidir.''Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası


Hilafet Düşerken'de bahsettiğim on yıllık İngiltere ve Fransa denetiminde ve gözetiminde yapılan devrimlerdir bunlar, hatırlayın. Haim Naum'un; ''Ben size Türklerin dinlerini ve tarihlerini ayaklar altına alacaklarını garanti ediyorum'' derken kastettiği tam olarak da bu değil miydi? Lord Curzon'un; ''Türklerin maneviyatlarını yıktık, bir daha asla kendilerine gelemeyecekler.'' derken, kastettiği tam olarak bu değil miydi?


Kendi tarihine düşman bir nesil yetiştirildi. Osmanlıca denildiğinde hemen muhalefete geçen, 1200 yıllık tarihine ideolojik bir bakışla bakıp düşman kesilen bir nesil yetiştirildi. Batılılar topraklarımıza geldi ve ''Osmanlıca harfler sizi geri bıraktı, İslam sizi geri bıraktı'' dediler ve 1200 yıllık bir tarihi elimizden çekip aldılar. Biz eski harfleri unuturken ve devlet zoruyla evlerdeki eserler bile toplatılırken, batılılar bizim binlerce yıllık eserlerimizi aldılar ve bu bilgileri kullandılar.


Orta Asya'dan Anadolu'ya, Avrupa'ya, Afrika'ya kadar hükmetmiş ve buralardaki medeniyetleri bünyesinde bulundurmuş bir medeniyetin binlerce yıllık tarihi, bir gün içinde tamamıyla yasaklandı. Roma İmparatorluğu ve medeniyeti üzerine kurulmuş bir imparatorluk, sürekli üzerine bir şeyler eklemiş ve kendisini büyütmüş bir medeniyet; sözde çağdaşlaşma ve modernleşme adı altında yok edildi. Paralı efendiler de buna ''ne güzel devrimdir'' dedi.


Tasavvur etmek istiyorsanız, aynı olayı bugüne kopyalayıp yapıştırın. Bugün kesin bir kararla Latin harflerinin tamamen yasaklandığını ve Arap harflerinin, ya da dünya teknolojisinin yönetici olan Japon harflerinin kullanılmaya başlanacağını bir düşünün. Şimdi diyeceksiniz ki; ''E doksan senelik verdiğimiz tüm o eserler, o yazarlar, şairler, tiyatrolar, arşivler, tüm edebiyat eserlerimiz ne olacak? Biz Necip Fazıl'ı, Nazım Hikmet'i, Cemal Süreya'yı, Cemil Meriç'i ve daha tüm diğer bilim adamlarımızı okuyamayacağız!''


90 senelik bir tarih için üzülecek misiniz?
Ben size 1200 yıllık bir medeniyet tarihinden bahsediyorum..

Ondan sonra mikrobu ilk keşfeden bilim adamı olan Akşemseddin'i yalnızca bir din adamı olarak bilirsiniz, çünkü bir tane bile kitabını alıp okumamış, okuyamamışsınızdır. Bilim adamlarınızdan hiçbirini bilmezsiniz. Lagari Hasan Çelebi kimdir desem, hiçbir fikrin olmaz bu konuda. Ama elin çakma kahramanları Newton'u, Edison'u bilmeyeniniz yoktur.


''Latin harfleri bizi geliştirdi mi peki?'' diye sorarsak eğer, halimiz ortada. 1944'ten sonra atom bombası yiyen Japonya, dünyanın en zor alfabesiyle bu noktaya gelmişken; bizler bizi geliştireceğine inandığımız Latin alfabesiyle üçüncü dünya ülkesi olmaktan son yıllarda kurtulduk. Adamlar uzaya mekik gönderirken, biz halkın elinden dinini ezanını almakla meşguldük. Adamlar uçan arabalar üretirken, biz ''başörtülüler okula girsin mi girmesin mi'' diye tartışıyoruz. Bizi nelerle uyuttuklarını göremeyecek kadar kör bırakılmışız.


Ve gelişmeye başlayacaksak, gelişeceksek, yakın tarihimizle hesaplaşmadan bunu yapamayız. Çünkü o yakın tarih, bizim bugünümüzü hipotek altına almış. Hala da o yakın tarihin anormal yasalarıyla boğuşmaktan, ilerleyemiyoruz. Biz birbirimizle laiklik kavgası yaparken, adamlar uzaya çıktılar ve bize oradan el sallıyorlar.


Tarihimizi, kültürümüzü ve birikimimizi toptan ortadan kaldıran bu sistem toptan ortadan kalkmadıkça kendimize gelemeyeceğimiz çok açık..

Selamlar, saygılar..

PAYLAŞMAK

$
0
0

Selamın aleyküm.

İzlediğim bir sosyal deneyi sizlerle paylaşmak ve yorumlarınızı almak istiyorum. Aslında tabii ki temelde üzerine düşünmenizi istiyorum. Çünkü insanlarla aynı şeyleri hissedebiliyor muyuz hala diye merak ediyorum ben. Ne biliyim, olan olaylar karşısında tepkilerimiz nasıl, hislerimiz nasıl şekilleniyor, neler söylemek veya yapmak istiyoruz falan.

Aslında yeni bir proje olarak, bu tür videolar ile insanların tepkilerini ölçme, konu üzerine fikirlerini alma, üzerine konuşma ve bunları bir yerde toplama gibi şeyler düşünüyorum bu ara.

Aslına bakarsanız iki video var, birini daha önce paylaştım diye hatırlıyorum, ama konu hemen hemen aynı olduğundan bir kez daha paylaşmak istiyorum.


Konu kimin daha cömert olduğu.
Hani herkes ''zengin olsam şu kadar para yardımı yapardım, bütün fakirlere yardım ederdim, şu kadarını bağışlardım'' der ya, o insanlara inanmayın. Çünkü elinde az varken vermeyen, çok varken de vermez. Çünkü elinizdeki az da olsa, çok da olsa nefsiniz size aynı şeyi söyler; onun size ait olduğunu..

Bu yüzden, zorunlu olarak harcaması gereken miktar hariç (yol parası, yemek parası vs.), insanlar ellerindekini paylaşmak için az ya da çok olması kriterine bakmazlar. Bu olay yalnızca içlerindeki ''paylaş'' ve ''paylaşma'' sesini dinlemeleri ya da duymazdan gelmeleriyle, onu bastırmalarıyla alakalıdır.

Lafı uzatmadan ilk videoyu vereyim;


Muhtemelen bunu sayfamda veya nette daha önce izlemişsinizdir. Her haluk'arda tekrar izlemenin güzel olacağı kanaatindeyim. Bunu izledikten sonra, geçenlerde bulduğum ve çok daha fazla etkilendiğim bir başka aynı temalı videoyu veriyorum şimdi;

Bu da Link.

Özellikle ikinci videodan baya baya bir etkilendim ben. Özellikle adamın ağlaması, beni harbiden bi sarstı diyebilirim. Biraz duygusal herifin tekiyim, çabuk etkilenirim, ama bu video gerçekten güzeldi. Ve bu gibi şeyler beni her zaman düşünmeye sevk eder. Amacım da bir nebze de olsa sizlerin de düşünmesini sağlamaya çalışmak.


Şu içi bomboş dünyada her bir lüzumsuz şeyi enine boyuna düşünüyor, kafa yoruyoruz. İhtiyacımız olmayan şeyleri öğreniyor, ve öğrendiğimiz bu gereksiz şeylere ihtiyacımız olmayacak şekilde hayatımızda yer veriyoruz. Birçoğumuz zaten istemediğimiz işlerde çalışıyor veya bölümlerde okuyoruz. Hayatımızda uyanık kaldığımız anların çoğunu televizyon izleyerek geçiriyor ve dizilerde veya reklamlarda gördüğümüz insanlar gibi olmak istiyoruz. Yaşadığımız hayat ise bambaşka. Yanı başımızda olan ise hepsinden farklı. Gerçekleşmeyecek hayaller koyuyorlar önümüze ve kişisel gelişim seminerleri, kitaplar ve televizyon programlarıyla ''hayal edebilirseniz her şeyi yapabilirsiniz'' diye bir hedef diktesi yapıyorlar.


Biraz dikkat ederseniz, dikkatli bakarsanız; size sahte bir hayal veren de, ''hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz'' diyenler de aynı kişiler. Yani burada bile bir ilüzyon saklı aslında. Bize kendi istekleri doğrultusunda hayal etmeyi dikte ediyorlar. Biz de televizyon yıldızı, pop yıldızı ve manken olacağımıza inanıyoruz. Olamayacağımızı anladığımızda ise yeterince kızmış ve hayattan bıkmış, hayal kırıklığına uğramış insanlar oluveriyoruz.


Bu da toplumdaki insanların, bilhassa da gençlerin neden en büyük idollerinin pop veya rap yıldızları, oyuncular ve mankenler olduğunu en iyi şekilde açıklar. Özellikle gençlere en sevdiği kişileri sorarsanız, mutlaka televizyondan tanıdığı insanlar büyük çoğunluğu oluşturacaktır.


Konuyu paylaşmaya çevirirsek yine eğer..
Aza sahip olan insanların daha cömert olduklarını görebiliriz aslında. Çünkü aza sahip olan insanlar, sahip olduklarından bir şeyler verdiklerinde, bir orantı yaparsak, varlıklarının çok büyük çoğunluklarını, hatta bazen tüm varlıklarını verdiklerini görürüz. Fakat çoğa sahip olanların verdikleri, sahip oldukları toplam şeylerin çok ama çok daha küçük yüzdeli halidir. Cebinde 10 lirası olan adamın 5 lira vermesiyle, 1000 lira olan adamın 10 lira vermesi aynı şey değildir. Birinin diğerinden daha fazla miktar vermiş olması sizi aldatmasın. Çünkü aza sahip olan kişi, sahip olduğunun yarısını verirken; çoğa sahip olan yalnızca 10'da 1'ini vermiş oldu.


Yani insandaki cömertlik, zengin ya da fakir olmasıyla ölçülmez. Ölçü bu değildir. Bu yüzdendir ki ''zengin olsam fakirlere şöle yardım ederdim'' diyen insanlar bana her zaman palavracı gibi gelmiştir. O insana sorulacak soru; ''şuan ne kadar yardım ediyorsun?'' dur. Günün üç öğünü dışarıda yemek yiyen, her gün birbirinden farklı ve pahalı elbiseler giyen insanlar, ellerine çok para geçip zengin olduklarında fakirlere yardım edeceklerini söylerken beni yalnızca tiksindiriyorlar.

True Story ASA' den
Çünkü bu insanlar bazılarına göre ne kadar zengin olduklarının farkında bile değiller. Harcadıkları onca paraya rağmen, kendilerini insanlara yardım edebilecek kadar zengin addetmiyorlar. Ve şu kadarını söyleyeyim, bu tür insanlar bir gün zengin olurlarsa, ihtiyaçları da büyüyecek. Kendilerini daha pahalı giysiler almak, daha pahalı yerlerde yemek ve daha çok para harcamak zorunda hissedecekler. Lakin fakirlere, ihtiyaç sahiplerine verdikleri para miktarı beş lirayken, belki on lira veya en fazla yirmi lira olacak.

Ne değişti peki?

Kendimizi kandırmayalım.
''Zengin olsam ihtiyacı olanlara yardım ederdim'' diyenler, kendini buna inandıranlar, yarın ilk gördükleri ihtiyaç sahibine verebildikleri en iyi miktarı versinler. Eğer bunu yapabiliyorlarsa, kendilerine karşı dürüstlerdir.


Gördüğü her peçete satan insandan aldığı peçeteler nedeniyle çantası peçeteyle dolan insanlar gördüm ben. Yaşlarına aldırmadan, ufacık sermayeleriyle aldıkları yara bantlarını, peçeteleri satan insanları her gördüğünde, elli kuruşluk peçeteye üç beş lira veren insanlar var hala. İşte onlar zengin olsalardı, 3 değil 300 verirlerdi.


Unuttuğumuz şeyleri hatırlamak adına bu tür paylaşımları daha sık yapmayı düşünüyorum. Bulduğum videoları paylaşıp, üzerine birkaç kelam etmeyi planlıyorum. Tabi sizler de bulduğunuz böle güzel videoları gönderin, üzerine konuşalım, düşünelim, bir şeyler hissedelim hep birlikte.


Herkese saygılar, selamlar..

OSMANLICA DERSLERİ

$
0
0

Selamın aleyküm.

Bu ara yaptığım harf devrimi yorumları ve yazıları bir sinerji yaratmış olacak ki, peşine Osmanlıca dersleri geldi ahaha. Şaka bir yana bu kadar zamandır enlemesine boylamasına tartışılan ve irdelenen inkılaplardan bir tanesiydi alfabe meselesi. Cumhuriyet tarihinde yapılan her bir devrimi ve icraatı sorgusuz sualsiz, düşüncesiz ve yargısız kabul eden o at gözlüklü kemalist kesim dışında, harf devrimini eleştirenlerin ve yanlış bulanların sayısının, sağcı olsun solcu olsun, ateist olsun dindar olsun, ne kadar çok olduğunu acizane verdiğim birkaç örnekle birlikte gördük.


Elbetteki bu ülkede tabuları korumak adına muhalif olmak demek, akılla ilişiği kesmek demek olduğundan, hala ve hala bu saçma sapan ve gereksiz devrimi amansızca ve körü körüne savunanlar olacaktır. Çünkü onlara göre o tarihlerde yapılan her bir icraat asla sorgulanamaz şekilde doğrudur. En ufak bir sorgulamaya veya eleştiriye tahammülleri yoktur bu kesimin. Ama ne ironik ve manidardır ki, bugün ''düşünce özgürlüğü, vicdan özgürlüğü, sorgulama ve eleştirme özgürlüğü'' gibi kalıpları savunduklarını sananlar da yine aynı kişilerdir.


Harf devriminin yanlış olmasının sebebi şudur;
Bir gecede bin yıllık kullanılan bir alfabe tamamıyla yasaklanmıştır. Yani Latin alfabesi yalnızca bir gecede kabul edilmiş ve ertesi sabah Arap harfleri tamamıyla yasak kılınmıştır. Bu alfabe ile eğitim öğretim yasaklanmıştır, evlerde bu alfabeye ait vesika ve kitap bulundurmak yasaklanmıştır. Yani o güne kadar evlerinde bir kütüphane bulunanlar, ertesi gün evlerinde bulundurulması bile yasak olan bir yığın çöp bulundurur konuma gelmiştir.


Şu bir gerçek ki, özellikle içinde bulunduğumuz bu yüzyılda Latin harflerini bilmek zaruret gibi bir şey olmuştur. Burası tamam, kimsenin buna itirazı yok zaten. Nitekim Japonlar da, Çinliler de, Ruslar da, Koreliler de, hatta ve hatta Araplar da kendi alfabelerinin yanında bir de Latin alfabesini öğrenirler ve kullanırlar.


Zira doğru olan da budur.
Harf devrimini yanlış yapan da budur. Eğer bin yıllık alfabemizin yanında bir de Latin alfabesi öğretilmeye başlansaydı, yani diğer tüm o milletlerin yaptığı gibi iki alfabe öğreniyor olsaydık; ne tarihimizden kopacaktık, ne kütüphanelerimize yabancılaşacaktık, ne de kültürümüzden ve dinimizden uzaklaşacaktık. Bir yandan kendi medeniyetimizi korumuş ve bu medeniyetin üzerine bir şeyler koymuş bir şekilde varlığımıza devam edecektik, diğer yandan da İngiliz ve Amerikan dünya hakimiyeti dolayısıyla tüm cihanda kullanılan bu Latin alfabesini okuyabiliyor ve yazabiliyor olacaktık.


Bizim yaptığımızı kimse yapmadı. Hiçbir millet kendi tarihinden bu kadar nefret etmedi. Hiçbir devlet, gençlerini kendi tarihine bu derece düşman yetiştirmedi. Tarih boyunca var ettikleri medeniyetlerinin üzerine her gün bir şeyler ekleyen nesiller, bugün hem kendi alfabesini hem de Latin alfabesini kullananlardır. Lakin bu milletlerin herhangi birisine, örneğin Japonya'ya gidip de; ''bu Japon alfabesi inanılmaz zor, hadi bırakın bunu da çağa ayak uydurup Latin alfabesine geçin ve muasır medeniyetler seviyesine çıkın. Bu alfabe sizi geri bırakır.'' dersen sana ya bir uzaylı, ya da kendilerine düşmanlık etmeye ve onları kendi kimliklerinden ve varlıklarından uzaklaştırmaya çalışan bir ajan gözüyle bakarlar. Bu açıktır.


Çünkü bugün Latin harflerini bilmeyen bir Japon, bir Çinli, Koreli veya Rus, ya da Arap yoktur. Zaten bildikleri şey orada dururken, kendi kimlikleri ve tarihleri haline gelmiş olan bir alfabeyi neden değiştirsinler ki?


Alfabenin gelişmekle ve modernleşmekle alakası yoktur. Latin harflerine geçtiğimizde kendiliğimizden uzaya çıkacağımıza falan inanmış olmalıyız ki, bu devrimi ve bu devrimi yapanları savunur olduk.


Okuma yazma oranının da alfabeyle alakalı olduğuna inanan bir güruh, ne yazık ki hala köşelerde bucaklarda televizyon programlarına çıkıyor veya bir şeyler yazıyor. Osmanlıca harfler kaldırıldıktan sonra okuma yazma oranı inanılmaz derecede yükselmiş falan. Yani bugün 5 yaşındaki çocukların bile birkaç haftada öğrendiği ve o harflerle ezber yaptığı bu alfabe, okuma yazmaya engelmiş bazı kesimlere göre. Bu güruha yeterince şey yazdığımdan ve bundan bu güruha cevap vermenin bile zaman kaybı olacağından, uzatmayacağım. Meşhur bir ateist olan Ayşe Hür'ün bu konudaki araştırmaları ve yorumlarının küçük bir kısmını göstererek, bu mevzuyu kapatmak en iyisi;


''Dilde sadeleşme''çabalarıyla desteklenen yeni harfler, Türkiye halkının okuma yazma oranlarını nasıl etkiledi? Buna cevap vermek kolay değil; çünkü örneğin 1927'de okuryazarlık oranının %8.1 olduğunu söyleyen resmi istatistiklere karşılık, 1895 yılında Osmanlı istatistiklerinde Anadolu ve Rumeli'de 5-10 yaş arası kız erkek İslam çocuklarının %57'sinin ilkokul öğrencisi olduğu görülüyor. (...)

Yine de bütün çabalara rağmen 1935 yılına ait istatistiklere göre, nüfusun sadece %20'si okuma yazma biliyordu. Bu oran 1945'de %30'a, 1950'de %34'e çıkabilmişti. Yani harf inkılabı, okuma yazma oranlarını yıllara göre ikiye, hatta üçe katlamıştı; ama eğer bir yanlışlık yoksa 1895 yılının yanına bile yaklaşamamıştı.

Aslında bu durum gayet doğaldı. Bir toplumun okuma yazma oranlarının, doğrudan alfabenin zorluğu veya kolaylığıyla ilgisi olmadığına dair dünya üzerinde bol örnek bulmak mümkün. Rusya, Yunanistan, Bulgaristan, Japonya, Çin, İsrail, Kore, Sırbistan, Hindistan, Tayland gibi ülkeler, ekonomik kalkınmalarını, hepsi Arap alfabesi kadar veya ondan daha zor olan alfabeleriyle başarmışlardı.

Sonuç olarak, Kemalist modernleşme hamlesinin önemli köşe taşlarından biri olan harf inkılabı, toplumun genel kültür düzeyine katkıda bulunmaktan çok, halkın tarihle ilişkisini kesmekte işe yaradı. (...)''Ayşe HürÖteki Tarih


1909 yılından beri savaşlarla uğraşan, darbeler yaşayan, hele ki 1914'de Harbi Umumi'ye giren bir devletin okuma yazma oranını, gelip de cumhuriyetin kuruluşundan harf devrimine kadar olan zaman aralığıyla kıyaslarsan, elbetteki karşına %8.1 gibi bir oran çıkabilir. Fakat cumhuriyet tarihi, tek partili dönem olan 1950'ye kadar okuma yazma oranını ancak ve ancak %34'e çıkarabilmiştir. Osmanlı dönemindeki %57'lik oranla kıyaslanamayacak kadar düşük bir oran bu. Kaldı ki, alfabenin bununla hiçbir alakası yoktur.


Bu devrim de, tıpkı diğer bütün devrimler gibi tamamıyla tarihe, bilhassa da dine karşı yapılmıştır. Yeni kurulan sistem, eski sisteme öyle bir cephe almıştır ki; onu tamamen yeryüzünden silmeye kalkışmıştır. Kendi sistemleri doğrultusunda ve tarihiyle dinine tamamen düşman bir nesil yetişme amacının en önemli temel adımlarından biridir harf inkılabı. Bunun kanıtını da, bugün Osmanlıca derslerinin okutulmasına karşı çıkanlardır.


Bu nasıl bir hipnozsa artık, bu yazıyı öğrenmenin bize bir medeniyet tarihi kazandıracağı değil; bizi geri bırakacağı gözüyle bakanlar var bugün. İşte izanı, ufku ve gözleri kapanmış olan insanlar, karşılarına çıkan her şeyi asla sorgulamadan muhalefet etmekle bir şeylerin savunuculuğunu yaptıklarını sanmakta hala.


Olması gereken şey geç de olsa oldu. Okullarda İngilizce dersinin zorunlu olmasına karşı çıkmayıp da, kendi medeniyetimizin yazıldığı Osmanlıca derslerine karşı çıkmak, sanırım dangalaklığın önde gideni olmaktan başka bir şey değildir. Bu gibi insanları gördüğünüz yerde, onlara kafadan bacaklı muamelesi yapın, sonra da onlarla fazla zaman harcayıp hayatınızdan dakikalarınızı çalmalarına izin vermeden oradan uzaklaşın.


Bundan sonra Sultanahmet'e olsun, Eminönü'ye olsun başka diğer tarihi mekanlarımıza olsun, gittiğimizde kapılarda yazan yazıların ne anlama geldiğini bilecek bir nesil yetişecek. Topkapı Sarayı gibi dünyanın en çok ziyaret alan yerlerinden birine gittiğinde, oradaki turistlerin ''af edersiniz Türk müsünüz? Şurada ne yazıyor söyleyebilir misiniz?'' diye sorduklarında ''ben bu alfabeyi okuyamıyorum'' diye ucube bir bahanemiz olmayacak. Diğer insanların gözünde uzaylı gibi olmaktan da çıkarız böylelikle.


Okullarda İngilizce dersi nasıl zorunluysa, Osmanlıca dersi de elbetteki zorunlu olması lazımdı. Tarih dersi nasıl zorunluysa, o tarihin yazıldığı harfleri bilmek de o kadar zorunludur. Bu adım, yalnızca bir normalleşme adımıdır. Dünya uzay çağını yaşarken, bizler henüz normalleşme adımlarını atabilmeye başladık. Bize uğraşacağımız öyle dertler, öyle sıkıntılar ve sorunlar bıraktılar ki; Japonlar robotlarla, Amerikalılar ve Ruslar uzay işleriyle uğraşırken, bizler başörtüsüyle, laiklikle ve eski-yeni harf çatışmalarıyla uğraştık. Olduğumuz yerde saydık. İngiltere'de, Amerika'da, Avustralya'da bırak başörtüsünü, çarşafla okullara, devlet dairelerine girmek serbestken, biz ithal ettiğimiz laikliği, tarihimiz ve dinimiz ile kanlı bıçaklı bir yok ediş mücadelesi olarak gördük.


''Yeniden yükselmek, büyümek için batı medeniyetini taklide değil; gücümüzün özü olan İslamiyet'e dönmemiz lazımdır.''


DİL FAŞİZMİ

$
0
0

Tekrardan selamın aleyküm.

Osmanlıca derslerinin bu derece tepki getireceğini bekliyordum, hiç şaşırmadım. Şaşırmadığım için de sevindim. Zira artık öyle bir zamana doğru gidiyoruz ki, yobaz kelimesinin içinin ne derece dolu olduğunu kendi gözlerimizle görebilmekteyiz açıktan açığa bugün.


Şimdi size birkaç cümle ile yobazlığı açıklayayım;

Bin yıl boyunca kullandığımız alfabenin adı 1923'ten günümüze kadar ''Arap Alfabesi'' olarak anıldı ve hala anılmaya devam ediyor. Fakat yaklaşık doksan senedir kullandığımız alfabenin adı ''Türk Alfabesi'' olarak anıldı ve anılıyor.


İşte en kısa tanımıyla yobazlık budur ciğersizler.
Dönemin anayasasında dahi ''Türk Alfabesi'' olarak geçmekte Latin Alfabesi. Okullarda ''Türk Alfabesi''ne geçiş diye okutuldu yıllarca. E kendisine özgür görünümlü köle yetiştiren o okul sisteminin meyvesi olanlar da bugün kendilerini ''Türk Alfabesi''nin koruyuculuğunu yapmakla görevli addetmişler.


Bir tane akıl sahibi, izan sahibi de çıkıp; ''E bu Türk alfabesi ise, neden Avrupalılar ve Amerikalılar bu alfabeyi kullanıyo?'' demedi bugüne kadar. Tabi Lozan'da yedi düveli tek başına masaya gömen bir neslin çocukları olduklarına inanmaları, onların bu gerçekleri görmelerine engel olan yegane duygudur.


Sömürüldüklerini, bu dünya düzeninde kaybedenlerden ve sömürülenlerden olduklarını kabullenemezler çünkü. Onlar özgürlüklerini, bağımsızlıklarını kazandıklarına inanan; lakin giydiği dondan tutun, konuşma şekline, alfabesine, şapkasına, noel babasına, Hristiyan adeti kutlamalarına kadar her şeylerini batıdan alan, burnunun ucunu bile görmekten ya da bir burun sahibi olduğu kabullenmekten bile aciz olan zavallı ve acınası bir güruhtur.


Galip devletler, mağlup olanlara bir şeyler dayatır. Mağlup olanlar galiplere benzer, ya da bu bizzat galipler tarafından dikte edilir. Bizim yakın tarihimiz ise nasıl bir tuhaflıklar zinciriyle dolu ise artık, yendiğimizi söyledikleri adamların tapınaklarından tutun, yılbaşı hindilerine kadar her ama her şeylerini almışız. Tek almadığımız şey ise, bize tüm bunları almalarındaki ana amaç olduğunu söyledikleri gelişme için şart olan bilim ve teknik olmuştur.


''Osmanlı cahildi, yobazdı, bilim yoktu, cumhuriyet geldi bilimi ve tekniği getirdi'' diyen yobazlara ''ben cumhuriyet tarihi boyunca dünyaca tanınan bir tane bilim adamı tanımıyorum, bir tane buluş bilmiyorum, bütün beyinlerimiz ülke dışına çıkıp orada bir şeyler yapıyor, biz ilk uydumuzu uzaya daha geçen sene attık'' demek lazımdır. Ama tabi yobazlığın kelime anlamı budur ya, o gene anlamaz.


Dilin ne derecede mühim olduğunu, Dil Savaşları ve Asimilasyon'daki Necip Fazıl örneğiyle tekrar hatırlamakta fayda var aslında. Üstad Necip Fazıl der ki;

''Bu işin sakini, amilini, illetini bir müessire bağlayamamamın nedeni nedir?''

Birçoğumuzun baktığımızda anlamadığı, hatta ve hatta hiç duymadığı kelimeler var cümlede. Cümledeki o farklı kelimelerin her biri aslında aynı anlama geliyor. İşte dil zenginliği de budur. Tıpkı İngilizce'de bir kelimenin on anlama; on kelimenin de bir anlama gelmesi gibi. Bir düşünceyi, fikri birden fazla kelimeyle anlatmak, o dilin zenginliğini; kullanan kişinin de kelime hazinesini, konuşma düzeyini, dolayısıyla da beynini çalıştırma seviyesini gösterir.


''Nasıl yani?' derseniz;
Günde maksimum 200-300 kelime ile konuşan bir insanın hafızasını 300 megabayt olarak düşünün. Hafızasından fazlasını yükleyemezsiniz o beyne. Günlük 500-700 kelime ile konuşan bir insanın hafızası ise 700 megabayttır. Bu beyin kartı da haliyle daha çok şey alır.


Gelin buna ek olarak yukarıdaki cümleyi dil devrimi ve dilde sadeleşme adıyla bilinen devrimlerden sonrasıyla, yani günümüz Türkçesi ile yazalım;

''Bu işin nedenini, nedenini, nedenini bir nedene bağlayamamamın nedeni nedir?''

Yani beş farklı kelime, tek bir kelimeye sığdırıldı ve diğer kelimeler dilimizden, hayatımızdan, dolayısıyla da hafızamızdan silinmiş oldu. Kısacası bizim hafıza kartımızı 700-800 megabayttan; 200-300 megabayta indirdiler. İşte ''biz neden bilim adamı yetiştiremiyoruz?'' sorusunun cevaplarından en tepede olanı bu sistemdir. Çünkü bu öyle bir sistemdir ki, her ama her şeyi etkiler. Koskoca Roma İmparatorluğu üzerine inşa edilmiş, Selçuklu İmparatorluğu'ndan devralınmış bir medeniyet, bilim, ilim ve kültür tarihinin üzerine set çekildi harf devrimi ile. Kadim bilgi nedir, geçmişteki bilim adamlarımızın buluşları ve görüşleri nasıldır, edebiyatçılarımız ve tarihçilerimiz neler yazmıştır, neler kayda geçirmişlerdir hiçbirini asla bilemedik.


Dil faşizmine dönersek eğer, bu mesele yazının başında verdiğim yobazlık örneğiyle yeterince açıklığa kavuşmuştur zaten. Batıdan gelen her şeyi hayat şiarı edinip, İslam'dan gelen her şeyi ''Arapların adeti'' diye reddetmenin temelinde de aynı yobazlık damarı vardır. İttihat ve Terakki zihniyeti asla değişmedi ve değişmeyecek. Çünkü bu adamlar, bu memleketteki insanların tarihlerini öğrenmelerini istemiyorlar. Buna hayatları pahasına karşılar. Öyle olması da çok normal, çünkü Beyaz Türkler varlıklarını ancak bu şekilde devam ettirebileceklerinin farkındalar.


Bu ülkedeki Beyaz Türkler, kendi saltanatlarını tehlikede gördüklerinde, tasmalarını ellerinde tuttukları ünlülerini sokaklara salarlar ve özgürlük, demokrasi, insan hakları ve de çevrecilikten dem vururlar. Tabi bunlar, bu şarlatanların yüzlerine taktıkları maskeleridir. ''Mesele aslında ağaç falan değildir''. Bu işin karşısında olanlar da bunun farkındadır zaten. Lakin bu işin içinde olanlar, kendilerini ağaç ve özgürlük için ayaklandıran sebepler olduğuna inananlar ne yazık ki Beyaz Türklerin sokak kartından bir şey değildir.


Tarih bir gün, kendi tarihinin öğrenilmesine karşı çıkanları da yazacak. Ve kendi tarihinin öğrenilmesine karşı çıkanlar, yakında tarih olacaklar.

Geçmişi olmayanın geleceği olmayacağı gibi, tarihi olmayanın geleceği olmadığı gibi; tarihten yoksun olarak büyüyenler ve bunu toptan reddedenler tarih sahnesinden silinirken, yeni gelen nesil tarihine bakarak yaptığı doğruları tekrar edip, yaptığı hataları tekrarlamayarak tarih yazacaklar.


Ve bizler gelecek olan o tarihi kendimiz yazamasak bile, gelecek nesillerimizin asıl tarihlerinin yazıldığı alfabeyi, birikim, kazanım ve tecrübelerimizi onlara öğreterek en azından üzerimize düşeni yapmış olacağız.


Cümleten selamlar, saygılar..


DİRİLİŞ ''ERTUĞRUL''

$
0
0

Öncelikle bugüne kadar yaptığım bir yazım hatasını düzelterek başlamak istiyorum. ''Allah'ın selamı üzerine olsun'' manasında verilen selamın yazılışı ''Selamın Aleyküm'' değil; ''Selamu Aleyküm'' imiş. Hatta en doğrusu da ''Esselamu Aleyküm''dür aslında. Namazlarda selam verirken de böyle söyleriz zaten malumunuz olduğu üzere.

O zaman cümleten esselamu aleyküm canlar.


Biraz önce ikinci bölümünü izledim Diriliş Ertuğrul dizisinin. Muhteşem Yüzyıl faciasından sonra, nasıl bir dizi olacağını merak etmiştim açıkçası. Lakin şüphelerim o kadar da büyük boyutlarda değildi, çünkü diziyi yapan kanal Star değil; Trt idi.


Birinci bölümün tamamını izleyememiştim ama netten bazı sahnelerine göz atmıştım. Ama baştan sona izlediğim bu ikinci bölüm ve birinci bölüm özeti hakkında şunu söyleyebilirim; kesinlikle çok iyi bir çalışma. Muhteşem Yüzyıl gibi, çok kaliteli bazı sahnelerin dışında kalan bölümlerinin çok sıkıcı olması gibi bir durumu da yok. Bilakis aksiyon sahnelerinin dışındaki sahneler de gayet dolu.


Zaten dizinin başındaki ''Bu dizinin yapımındaki ilham kaynağı tarihimizdir.'' yazısı dizinin neye benzeyeceği hakkında bir mesaj vermişti bana. Sonunda kendi tarihinden utanan ve onu aşağılayan insanlar yerine, tarihine hak ettiği değeri ve saygıyı gösteren insanlar da ellerine kamerayı aldılar.


Tabi Muhteşem Yüzyıl'daki gibi anormal derecede salakça ve mantıksızca entrikalar dönmediği için koca karı dizisi tadında olmadığı aşikar ve bu nedenle de gününü İspanyol ve Brezilya dizileri ile kadın programı izleyerek geçiren o malum kitleyi ne kadar ekrana çeker bilmem. Ama hayatta Brezilya kırması, Amerikan çakması entrikalardan ve ''şu kadar evim, şu kadar arabam, şu kadar mal varlığım var, benimle evlenecek satılık kadın arıyorum'' tarzı kadın programlarından olduğuna inananlar ve tarihine küfredenlere nefret duyanlar için harika bir dizi olduğunu söylemem şart.


Lakin Muhteşem Yüzyıl'ı izleyen laik teyzeler ve ilerici kaydın aydın amcaların bu diziyi izleyeceklerine de pek olanak veresim gelmiyor. Çünkü ellerine ''bak işte görün Osmanlı'yı anasını satayım'' tarzı bir malzeme geçmeyecekse, o kesim bu tür şeyleri asla izlemez. Buradan o yobaz insanlarımıza selamlar çakıyor ve diyorum ki; ''Ayh alemsiniz cınıımm yhaaa :) :-)''


Film ve dizilerin insanların, bilhassa da insanlarımızın üzerinde ne kadar büyük etkiye sahip olduğunu göz önüne alırsak, bu gibi dizilerin ve filmlerin çoğalması şart. Avrupalılar ve Amerikalılar, maziye baktıklarında utandıkları tarihlerini, dünyaya pazarladıkları film ve dizilerle özenilecek ve takdir edilecek hale getirdiler yıllarca. Biz de bu dizi ve filmlerle büyüdüğümüz için, adamların eskiden de şuan olduğu gibi büyük olduklarına inandık yıllarca. Biz bin yıldan fazla süredir hamamları kullanırken, hayatlarında yalnızca bir kez doğduktan sonra vaftiz suyuyla yıkanan ve sokağa pisleyen insanlar; filmler ve dizilerle göklere çıktı, biz ise gurur duymamız gereken tarihimizden utanır hale getirildik.


Diziye dönersek eğer..
Bazı ufak tefek hatalar var elbet dizide, yok değil. Mesela kadınların biraz daha kapalı olması gerekirdi. Fakat maalesef ki biz bugünün kafa yapısını pek aşamıyoruz dizi ve filmlerde. Tamam en azından Muhteşem Yüzyıl'daki gibi Victoria Secret mankeni misali ortalıkta gezinen cıbıldak avratlar yok elbette, lakin tam olarak gerçeğe uygun olmadığını söylemem lazım. Ama bu hataların da zamanla aşılacağına inanıyorum ben. Bunlar art niyetli hatalar değil.


Tavsiyem odur ki; ben beğendim, siz de izleyin. Bu tür dizi ve filmlere, en azından Holywood film ve dizileri kadar değer vermeliyiz. Umuyorum ki, işin sahipleri de reklamını iyi yaparlar. Çünkü reklam bu işin neredeyse her şeyi. Umarım hak ettikleri reytingi ve popülerliği yakalarlar. Ve yine umarım ki bize tarihimizi biraz olsun öğretecek, bize ilham verecek ve unuttuğumuz birçok şeyi hatırlatacak dizi ve filmler yapılmaya devam eder.


Çünkü bizim, yıllarca bize soytarı ve dolandırıcı olarak gösterilen ve korktuğumuz şeyh kelimesine ve anlamına ve diğer cümle İslami terimlere ve ibadetlere tekrardan alışmamız ancak bu şekilde mümkün olabilir. Film ve dizilerle dayatılan o algıları, film ve dizilerle yıkabiliriz.


Cümleten selamlar, saygılar..

INSIDE DİRİLİŞ ''ERTUĞRUL''

$
0
0

''Bir milletin uyanışı'' başlığıyla tanıtıldı dizi.

Okullarında batı tarihini okuyarak ve ona hayran bırakılarak büyüyen bir nesil vardı. ''Yunanı denize döktük'' deyip, tüm eğitim sistemini Yunan tarihine hayran şekilde temellendiren bir sistem vardı. Batının kendi uydurduğu yalanları, kendi doğruları olarak kabullenen bir nesil yetişti böylece. Kendi tarihlerini öğrenemeyen, hatta kendi tarihine düşman olarak yetiştirilen bir nesil ortaya çıktı.

Aristo'ları, Socrates'leri öğrenirken; Ali Kuşçu'ları, Akşemseddin'leri, Molla Gürani ve Molla Hüsrev'leri, Lagari Hasan Çelebi'leri unutan bir nesilden elbette kendi tarihini bilmesini veya sevmesini bekleyemezsiniz.


Bir milletin kendi tarihine nasıl düşman edildiğini, bizzat yaşayıp öğrendik. Şimdi bir millet tarihiyle nasıl barıştırılır, tarihini nasıl doğru öğrenir onun adımlarını atıyoruz. İçinde bulunduğumuz zamanın değerini anlamamız gerek. Bizler, okumamız ve öğrenmemiz doksan sene boyunca yasaklanan gerçek tarihimizi, kendimiz öğrenme fırsatına sahip olacağız.


Tarih kitapları, diziler ve filmler ile tarihinden uzaklaştırılan ve koparılan; ondan sonra da batı medeniyetine tutunmaya çalışan ve böylelikle arafta kalan bu millet, şimdilerde arafından çıkma gayretinde.


Bu yüzden bu gibi projeleri desteklemeyi ve onların reklamını yapmayı, insanlara tavsiye etmeyi kendime bir görev addediyorum. Diğer önemli nokta da, elbette proje üretmek. Bu yüzden ya da üreteceğiz, ya da üretenleri destekleyeceğiz. Bizler yalnızca tüketici olamayız. Batı medeniyetinin bize dayattığı yalnızca tüketici birey olma güdüsünü kırmadıkça, üretmeyi asla bilmeyeceğiz. Bu tutkulu ve batılı yaşam tarzının yan ürünleri olmaktan çıkmaya başladığımız gün, inandığımız ve savaştığımız şeyleri hatırlayacak ve onlara geri döneceğiz.


Diriliş Ertuğrul dizisinin oyuncu ve yapımcılarının bazı yorum ve röportajlarını sizlerle paylaşmak istiyorum bu yazıda. Bazı yorumlar var ki çok hoşuma gitti gerçekten. Bunun dışında dizinin yapım aşamasından çekim aşamasına kadar oldukça güzel detaylar var röportajlarda.


Röportajların yanı sıra bu gibi etkileyici sahneler de var dizide elbette. Sahneler, sözler ve mesajlar gerçekten çok kaliteli. Yukarıdaki; ''Allah bir yiğit çıkarır ve İslam alemini birleştirir. O yiğidin evlatları da Konstantiniye'yi de fetheder, Kudus'ü de alır, Mekke ile Medine'ye hizmet de eder.'' mesajından başka, zikir sahnesi de oldukça etkileyiciydi.


Hoşuma giden başlıca röportajlar şöyle;




Dizinin yapımcısı Mehmet Bozdağ, dizinin tüm aşamalarını ve ekibi anlatıyor;



Oyuncuların görüşleri;




Serdar Gökhan'ın; ''Batı özentisi olarak yetişen neslimize...'' diye başlayan bu konuşmasını mutlaka tavsiye ederim;


Kaan Taşaner;

Dizi setinden;

Dizinin youtube sayfası şurada; Link

Takipçilerime tavsiyemdir; biz Çarşamba akşamları Diriliş Ertuğrul'dayız.

Tabi televizyon denilen şeyin bir beyin uyuşturma aracı olduğuna inanan biri olarak, size izlemiyorsanız televizyon izlemeye başlayın demiyorum. Bu benim tarzım değil. Lakin gidip de saçma salak Amerikan çakması diziler ve yarışma programları yerine, açın bu gibi şeyleri izleyin. Ama televizyonla aranız pek yoksa, bundan sonra da olmasın zaten boş verin. Yalnızca tercihinizi aldatma temalı, kimin elinin kimin cebinde olduğu belli olmayan dizi ve yarışmalarından yana değil; bu gibi bir şeyler öğretebilen ve ilham veren yapımlardan yana kullanın. Tavsiyemdir.

Selamlar canlar..


HO HO HOOUU ''VOLUME II''

$
0
0

Esselamu aleyküm canlar, ciğerler ve de ciğersizler, ya da ciğer yemeyi çok sevenler..

2014'e girerken yazmıştım yazının birinci kısmını, geçen sene bugünlerde. Elime yapışacak değil ya, her senenin sonunda, bir diğer yıla girerken yazarım artık. Çünkü tepkimi ve hissiyatımı diri tutmak istiyorum. Size de bir şeyler hissettirebiliyorsam ne mutlu bana, zira maksat hasıl olmuştur benim için.


''Kim ne kutlarsa kutlasın'' moduna girmeyin hemen. Biz de elbette kimin neyi nasıl kutladığına karışacak değiliz, herkes neyi nasıl isterse yapabilir. Yalnız benim tepkim ve bizlerin tepki göstermesi gereken yegane şey şudur ki; bu gibi yurt dışından ithal kutlamalar bize kendi kültürümüzü unutturuyor. Ve sonunda da öyle bir nesil yetişiyor ki, kurban bayramında ''hayvan kesmek cinayettir!!'' diye sokaklarda bağırıp; yılbaşında hindi kesilmesine ses çıkarmıyor, hatta ve hatta yılbaşı kutlamayanları da geri kafalı addediyorlar.


1000 yıldır Müslüman toprağı olan bu topraklarda; Müslümanlar, Müslümanlıkları yüzünden aşağılanmaya başlamışsa, orada Müslümanlar bağımsızlıklarını kaybetmişler demektir.


Son bir yılımın neredeyse tamamını yabancılarla geçirdim. Özellikle Amerikalı, Kanadalı ve Avustralyalılar ile.. Son birkaç ayda ise birçok Libyalı ve Suriyeli ile tanışma fırsatım oldu. Bu iki farklı coğrafyadaki farklı insanlardan çok şey öğrendiğimi söylemeliyim. Bir batılı ve bir doğulu dünyaya, hayata ve insanlara nasıl bakar bunu görmüş oldum. Hatta bunu görüntülü olarak sizlerle paylaşmayı düşünüyorum yakın zamanda.


Konuyla alakalı bölüme gelecek olursak eğer, batılı arkadaşlarımın dikkatini çeken şeylerin başında Türkiye'deki Noel kutlamaları geliyor. Hatta geçenlerde onlardan bir tanesi, bizzat gelip kendisi sordu bana; ''Tuhafıma giden bir şey var, neden Türkiye'de Noel kutlanıyor?''

Ben de işi bildiğim için; ''Neden tuhafına gidiyor peki?'' dedim.

Cevap şuydu; ''Christmas Hristiyanlıkla alakalı bir şey de ondan. Hristiyan olmayanların bunu kutlaması çok saçma geldi bana...''

Tanesi 10 bin dolardan Noel baba heykelleri, yok hacı burası Los Angeles değil; Kadıköy

Yani dışarıdan bakınca gerçek anlamda birer geri zekalı ve orjinalin yan sanayisi insanlar olarak görülüyoruz işte. Adamlar bu ülkedeki Noel kutlamalarına bir türlü anlam verebilmiş değiller. Lakin bizim batı özentisi, batı çakması olan elitlerimizin ve batı çakması ve taklitçisi olarak kurulan bu cumhuriyetin zoruyla, yıllarca kendi bayramlarımızdan daha değerli hale getirildi bu tür kutlamalar.


Aslında eleştiri getirmek istediğim başlıca iki yer var benim. Birincisi Müslümanlar, ikincisi de lafa gelince emperyalizm ve kapitalizm karşıtı geçinip; icraata gelince en emperyalist ve en kapitalist olanlar.


Müslümanın Noel kutlamasına, günümüz çağdaş ve modern Müslümanlardan elbette cevaz gelecektir. Çünkü günümüzün o çağdaş ve modern Müslümanları, binlerce yıllık İslam dinini sadece kendileri anlamışlardır. Ayrıca bunlar da çağın gerekleridir. Yani onlar için bir şeylerin doğru kabul edilmesi, o şeyi yapan insanların çokluğuyla ölçülür. Eğer yanlışı yapan insan sayısı çoksa, bunu yapmakta sıkıntı yoktur. Çünkü artık bu, çağın bir gereği olmuştur. Ayrıca herkes yapıyordur. Lafa gelince koyunluktan dem vurup da, icraata gelince herkesin yaptığı için bir şeyleri yapan, herkes inandığı için bir şeylere inanan beyin özürlü, hipnoz edilmiş idiotlara buradan selamlar olsun.. Alemsiniz cnm yhaa...


''Müslüman neden Noel kutlamaz?'' derseniz eğer, ben de size ''Tavukları pişirmişem, hacıyı da çarşıya göndermişeeem'' derim elbette.

Şaka bir yana, gelin bunu bir kez daha konuşalım.


Bugün Christmas, yani Türkçe'ye çevrisiyle Noel. Aralık ayının 25'i, Hristiyanlarca Hz. İsa'nın doğumu olarak kabul görülüp kutlanılır. Beş gün sonra da, altıncı günün sonunda yeni bir yıla giriş kutlanılır. Şimdi ''iyi de biz Hz. İsa'nın doğumunu değil, yeni yıla girişi kutluyoruz'' diyenler var bu ülkede, biliyorum. Bir tanesi de bir zamanlar benim öğretmenimdi hatta.


Müslüman kardeşim, senin yeni yılın miladi yılbaşı değil; hicri yılbaşıdır. Öncelikle şunu aklının güzel bir köşesine sok. Bu ülke 1925 yılının 26 Aralığından itibaren miladi takvimi kullanmaya başladı. Miladi takvim, adı üzerinde, Hz. İsa'nın doğumunu esas alan, bunu milat kabul eden Hristiyanların takvimidir. Yalnız daha önce üzerinde epey bir durduğum Hristiyanlık, Mitoloji ve Paganizm meselesinde gördüğümüz gibi, bu tarihler aslında paganizmden gelen tarihlerdir. Güneş ve dünyanın hareketlerine dayanan bu pagan tarihleri, Hz. İsa'nın doğumu, ölümü gibi isimlerin arkasına gizlenmiş pagan inançlarıdır.


Hristiyanlar da bu tarihleri Hz. İsa'nın doğumu olduğuna inandıkları için kutlarlar. 25 Aralık'taki Noel de böyledir, yılın son günü olan 31 Aralık da böyledir. Ve bu kutlamalar Hristiyanlıkta artık bir şiar halini aldığı için, ayrıca bunlar şirk merasimi oldukları için, bu merasimlere eşlik etmek de şirk merasimlerine eşlik etmektir. Yani adamların dini bayramlarını bile taklit etmek ne demektir Allah aşkına şunu bir düşünün ya.. Senin yeni yılı kutluyoruz dediğin yıl da bu adamların yılı zaten. Takvim bu adamların takvimi. Lakin bize bir şeyler oldu, 1926'dan itibaren miladi yılbaşı kutlamalarına başladık..

Merry Christmas...? Sanırım pankart sürçmesi...Onlar sadece yeni yılı kutluyo..
İşgalden kurtulmuşuz bir de..
Kafalar Hristiyanlaştıktan sonra işgale ne gerek var?
Senin asıl düşünmen gereken şey, kafanı kimlerin Hristiyanlaştırdığı..


Şimdi emperyalizm ve kapitalizm karşıtı geçinen o yaralı, depresyon stayla arkadaşlara ufaktan değinelim.

Birilerinin senin kafana soktuğu düşünceye göre, sen Noel'i değil, yeni yıla girişi kutluyorsun. Peki kafana taktığın o Noel Baba şapkası nereden geliyor acaba? Ya da süslediğin çam ağacı? Ya da o gün yediğin hindi? Bana bunların hiçbiri olmadan yapılan bir tane yılbaşı kutlaması gösterebilir misin?


Bence de gösteremezsin.
Çünkü sen kendini, kendi egon ve kibrin ile öylesine kandırdın ki bugüne kadar, şunları düşünmedin bile. Yalnızca kendine ''ben sadece yeni yılı kutluyorum'' diye hayali ve ucube bir savunma mekanizması oluşturdun. Ve ne kendin bunu sorguladın yıllarca, ne de kimsenin sorgulamasına izin verdin. Çünkü en ufak bir sorgulamada, savunduğun şeyin tamamen yıkılacağını çok iyi biliyordun.


Yılbaşında hediye alıp vermek de bir Hristiyan geleneğidir, unutma. Ve bize yıllarca okullarda bunu yaptırırlardı, hatırlıyorum şimdi. Çekiliş yapardık, herkese kimin ismi çıkarsa ona hediye alırdı yılbaşı için. Bunu hala yapanlar var elbette. Sadece yeni yılı kutladığını söyleyen bir gavat var ya oralarda bir yerlerde, hah işte o da yapıyor bunu. Onu gördüğünüz yerde ''tyler sana selam çaktı lan mal hahahuhaa :-))))'' deyip uzaklaşın.


Kapital ekonominin de bu gibi kutlamalara ne kadar ihtiyacı olduğunu düşünürsek, bu sığırlar hayatlarında inandıkları her şeyin aslında tersini yapıyorlar demektir. Hem kültür emperyalizmi, hem de ekonomik emperyalizm. Bu da eşittir kapitalizm.


Etrafındaki her arkadaşın kutluyor diye, bu kutlamayı görmezden gelemeyen, dışlanmaktan veya bir şeylerden geri kalmaktan korkan; sonra da kendini anti bilmem ne diye tanıtan insanlar kadar iki yüzlü kim olabilir? Eğer inandığın ve savunduğun şeyler uğruna dışlanmaktan, tek kalmaktan korkmuyorsan, ne inanıyorsun, ne de bir şeyler savunuyorsun demektir arkadaşım.


Bana inandığın ve savunduğun şeyler uğruna vazgeçtiğin şeyleri söyle. Ha eğer söyleyecek bir şeylerin yoksa, gölge yapma gözünü seveyim. Çünkü benim bu dünyada, bu düzende karşı olduğum ilk şey kapitalistler veya emperyalistler değil; karşı olduğum ilk şey kapitalizm, emperyalizm, siyonizm, ırkçılık, sömürücülük gibi kavramların hepsine karşı olduğunu söyleyen, ama farkında olmadan ya da sorgulamadan onu savunanlardır. Önce ''kahrolsun kapitalizm''cilerdir benim düşmanım. Sonra asıl kapitalistlerdir. Bankalardır. Hükumetlerdir. Kanunlardır, yasalardır. Önce ''tam bağımsız Türkiyeee'' diye bağıranlardır benim düşmanım. Sonra bu vatanın bağımsızlığını satanlardır.


Çünkü ben önce düşmanımı bilmek, tanımak isterim. Ben düşmanımı karşımda isterim, yanımda değil.

Safınızı, kendinizi ve düşmanınızı bilmeniz, tanımanız dileğiyle...

TUĞÇE KAZAZ İLE

$
0
0

Esselamu aleyküm.

Merak ettiğim bir iki diziden başka, televizyon dünyasıyla ve de özellikle magazin dünyasıyla neredeyse hiç ilgim ve alakam yoktur. Zira magazin dünyası denilen o kavram hakkında görüşlerim de hepinizin malumudur. Magazin kavramı, televizyona çıkarıp ünlü ettikleri insanlara verdikleri hayat tarzını, topluma aşılama aracıdır. Böylece kafamızı çevirdiğimiz her yerde karşımıza çıkan o reklam, dizi ve film yüzlerinin hayatlarının her anında kameraların peşlerinde olduğunu görür ve sonunda da şöhret olma, tanınma, sevilme, popüler olma güdümüze yenik düşeriz. Kısacası onlar gibi olmak isteriz.


Bunun sonucu olarak da bir ülkedeki ünlüler ne giyerse, toplumda onlar gibi giyinmeye başlayan insanlar ortaya çıkar.

Aslında birkaç adım geriye gidersek; tüketime dayalı sistem, önce bir ürün çıkarır. Çıkarılan bu ürünün satması için de pazarlamaya yani reklam edilmeye ihtiyaçları vardır. En büyük reklam araçları da ünlü yüzlerdir. Çünkü bu işi yapan adamlar bilirler ki, toplumun rol modeli ünlülerdir. Bu yüzden bu ünlü yüzlere reklamı yapılması istenen şeyler giydirilir. Böylece istenilen reklam, yani ürün tanıtma ve pazarlama işlemi gerçekleşmiş olur. Bu da ürünü sattırır. Satan ürün sistemin yürümesini sağlar.


Ama tabi burada, ipin ucunu kaçırmış ve kavramlar, sorunlar ve çözümler kafasında iç içe girmiş bir takım bunalımlı insan güruhu gibi konuşmak istemiyorum. Zira satılan veya reklamı yapılan her ürün dünyadaki sömürü sistemine destek oluyor demek değildir bu. Sen kendi markanı ortaya çıkarırsın, kendi modanı, kendi kültürünle kaynaşmış olan şeyleri üretirsin, bu seni sistemin çarklısı yapmaz; tam tersine onun rakibi yapar.


Kısacası herkesin ağzına sakız olan şu kapitalizm ile savaşmak, hiçbir şey tüketmemek anlamına gelmez. Bilakis, onunla savaşmak üretmek anlamına gelir.


Her neyse.
Konumuza dönelim.

Hakkında çok bilgiye sahip olmasam da, herkes gibi ismini duymuşluğum vardı Tuğçe Kazaz'ın. Lakin içinde bulunduğu camiaya mensup olan insanların %90'ının nasıl kafa ve hayat yapılarına sahip olduklarını bildiğim için, kendisi hakkında olan görüşüm de onlardan biri olabileceği idi. Yani içki içmenin, uyuşturucu kullanmanın, kendilerini teşhir etmenin özgürlük olduğuna inanan; hayattaki amacı yalnızca eğlenmek olan insanlardan bahsediyorum.


Birçok model ve oyuncu tanıdım bugüne kadar. İçlerine, ortamlarına girdim. Hayat tarzlarını, kafa yapılarını gördüm. Benim dibe vurup, sonradan bir arayışa girmemdeki en etkili faktörlerdendir hatta bunlar. Çünkü bir noktadan sonra, hayatta hiçbir amacı olmayan yüzeysel samimiyeti kendilerine hayat felsefesi edinmiş insanlarla aynı ortamda olmamam gerektiğini anladım. Birçok sefer, ''benim bu insanların yanında ne işim var?!'' diye sordum kendime. Çok şükür, cevabını da buldum;
''Hiçbir işim yok.''


Geçenlerde Ülke Tv'deki ''Esra Elönü ile Arafta Sorular'' programına gözüm çarptı. Arada da bakarım zaten, bazen dinlemenin ilginç olacağını düşündüğüm konuklar oluyor çünkü. Lakin mankenlerin kafa yapısından pek hoşlanmadığımdan genelde pek dinlemem. Tuğçe Kazaz da bildiğim kadarıyla Türkiye güzeli idi.


Fakat bu aralar hakkında epey bir haber yapıldığından, ve konuşmalarının bazı küçük bölümlerini netten izlediğimden, ilginç olabileceğini düşündüm. Kendisinin daha önce Hristiyanlığı seçtiğini duymuştum, çünkü medyamızın neredeyse tamamı batı menşeili olduğu için, ülkede ünlü bir insanın Müslümanlığa geçtiği asla haber yapılmazken; Hristiyanlığa geçişi tüm ulusta manşetten verilir. Ki bu da bir diğer reklam taktiğidir.


Programının sonuna denk geldiğim için, netten en baştan izlemeye karar verdim. Aynı programa birkaç ay önce de katıldığını görünce, dedim şunu da izleyeyim bari. Ve iki programı ard arda izledim. Yaklaşık 3 saat boyunca, tek bir saniye sıkılmadan. Ve kelimenin tam anlamıyla gerçekten şok oldum. Çünkü karşımda, o camiaya girip de kendisini bu kadar eğitebilmiş ve en önemlisi de kendisini tam anlamıyla İslam'a verebilmiş birini asla beklemiyordum.


Beklemiyordum çünkü, Hristiyan olduğuna dair yurt çapında haber yapılan Tuğçe Kazaz'ın, tekrar Müslüman olduğuna dair tek bir haber yapılmamıştı. En azından bu kadar yankı uyandırmamıştı. Hatta biraz araştırma yapınca gördüm ki, Hristiyan olduğunda ses soluk çıkarmayan ve ''özgür irade, inanç özgürlüğü'' gibi kavramları çokça diline dolayan o insanların, Tuğçe Kazaz Müslüman olup, bugüne kadar Türkiye'de İslam'a karşı olan bu sistemi eleştirmeye başlayınca, o dillerine şiar edindikleri ''özgürlük, inanç özgürlüğü, fikir özgürlüğü'' mavallarını unutup, kendisine yüklenmeye ve hakaret etmeye başladılar.


Programa dönersek eğer, yaklaşık üç saat boyunca ciddi anlamda inanılmaz derecede keyif aldım. Söylediği her bir kelime, savunduğu ya da karşı çıktığı, ya da eleştirdiği şeyler, hatta susmayı tercih ettiği konular bile beni o kadar etkiledi ki, program hiç bitmesin dedim. Hatta iki programının tamamını bilgisayarıma indirdim ve en sevdiğim kaliteli programların arasına ekledim.


Benim için her ama her insanın görüşü veya hayatı önemli. Sokaktaki hiç tanımadığım insanın da, yıllardır tanıdığım insanların da, mesajlaştığım ama yüz yüze tanımadığım takipçilerimin de. Lakin hayatın çok daha farklı algılandığı, çok daha başka yaşandığı böylesi bir ortamın içinden çıkıp da, 180 derecelik bir dönüş yaparak, bunca zaman anlamlı sandığı hayatının aslında tamamen anlamsız olduğunu kabul etmek ve toplumca bir ön yargıya sahip olunan bir tarafa geçmek, en zor işlerden biridir emin olun.


Bugüne kadar inandığı şeylerin bir anda aslında tamamen yalan olduğuna inanmanın ne kadar zor olduğunu söylerim ya ben hep, işte Tuğçe Kazaz bunu başarmış. Bugüne kadar sahip olduğu hayatı, bugün eleştirebiliyor. Bugüne kadar kapitalist sistemin kendilerine öğrettiği özgürlük anlayışının aslında bir kölelik modeli olduğunu anlayan ve en önemlisi bunu itiraf eden çok ama çok ender insanlardan bir tanesi olarak gördüm kendisini.


Ve ciddi anlamda araştırdığı ve yapmayı planladığı bunca şeye hayran kaldım. Bugün yıllardır camiye giden, beş vakit namazını camide eda eden birçok insandan daha fazla bilgiye ve birikime sahip olduğunu söylemem lazım. Çünkü konuşurken söylediği şeyler ve verdiği örnekler bunun en güzel kanıtı.


Umarım kendisiyle yüz yüze de konuşma, görüşme fırsatımız olur. Zira boş insanların boş meşgalelerinden bıkmış usanmış biri olarak, içi dolu olan, bir amacı ve fikri olan insanlarla konuşmak benim için hayatta yapılacak en güzel şeylerden bir tanesi.

Bu arada sizlere iki programın tamamını vereyim. İzlersiniz.
Bu birinci program;


 Bu da ikinci;

Namaz kılmaya bile başlamış ve bununla birlikte sahip olduğu bazı bel ve boyun ağrılarından kurtulduğundan bahsetti. Lakin daha önemli olan, ''Namaz nedir?'' sorusuna verdiği cevaptı benim için. Kırk yıllık dindar geçinen Müslümanın yapamayacağı tanımı yaptı çünkü. Ki bugün hala namazı günde beş kez eğilip kalkmaktan ibaret gören, anlamını ve ruhaniyetini bilmeyen veya yıllar önce unutmuş olan, ya da telefonu çaldığı için namazı kısa kesen insanlar var.


Orada yaptığı bazı açıklamalar, tam anlamıyla bana tekrar ilham verdi bir şeyler için. Unuttuğum birçok şeyi hatırlattı. Umarım hepimiz, her birimiz; her birimize bir şeyler için ilham verebilir ve unuttuğumuz şeyleri hatırlatabiliriz. Eğer olur da kendisiyle konuşma fırsatım olursa, bunlar konuşacağım ilk konular olacaktır. Ki sizi de haberdar ederim.


Bugüne kadar neyi nasıl yaptığınız, ne kadar yanlış yaptığınız önemli değil. Önemli olan ilk adım, öncelikle bunun yanlış olduğuna karar verebilmek, bunu anlayabilmek, ya da anlama çabasına girmek. Bugüne kadar inandığımız ve uğrunda mücadele ettiğimiz her şeyin, ya da birçok şeyin aslında koca bir yalandan veya bir yanılsamadan ibaret olduğunu kabullenmek, nefislerimize, kibrimize ve egolarımıza çok ama çok gelecektir. Kimse kolay olduğunu söylemiyor. Hatta bilakis ben buradan sizi zor olanı seçeceğiniz konusunda uyarıyorum.

Ve yazımı Kur'an-ı Kerim'in şu ayeti ile bitirmek istiyorum;

''Şüphesiz her zorlukla birlikte bir kolaylık vardır.'' İnşirah,5

Selamlar, saygılar..

MALALA DAY

$
0
0

Selamlar.

Televizyon ve medya dünyasından uzakta, kendi meşgalelerimle yaşadığımdan daha önce adını sanını duymuşluğum yoktu Malala Yusufzay'nin. Yabancı hocalarımdan bir tanesi bahsetti geçenlerde kendisinden. Hakkında hiçbir fikrim olmadığını söyleyince de epey bir şaşırdı. Zira geçenlerde Nobel Barış Ödülü kazanmıştı. Bense hayatlarını koca bir yalan içinde yaşayıp, bu yalanı desteklemek için birilerinin birilerine verdiği ödüllerden ve o ödülleri kazananlardan kendimi uzak eyleyeli epey olmuştu.


Herkesin koca bir aptallık içinde ne kadar zeki olduklarını anlattığı, dünyaya ve dünyadakilere ne derece hassas bir gözle baktığı ve bir şeyleri umursadıkları yalanlarına karnım o kadar toktu ki, bir tane daha bu gibi sun'i bir duygusallık, kahramanlık veya duyarlılık hikayesi duyarsam kusacaktım.


Nasıl bir dünyada yaşadıklarının birazcık bile olsa farkında olmadıkları günümüz insanları, kendilerini inandırmak, aç bırakılan duygularını ve egolarını tatmin etmek için bazı sahte şeylere ihtiyaç duyar. Bütün dünyanın yanıyor ve bütün insanların öldürülüyor olmasını, onlar için tek bir şey bir anda geçersiz ya da unutulmaya değer kılabilir; ''Tüm dünyadaki zalimlere, hırsızlara ve kadın hakları düşmanlarına, ya da kapitalizm ve emperyalizme karşıyım'' diyen birinin ortaya çıkıp birkaç ödüle layık görülmesi...

Bir kahraman yani..

İşte biz, böylelikle istediğimiz şeyi elde ederiz. Çünkü içimizden geçirdiğimiz ve haykırmak istediğimiz şeyleri, birisi çıkıp tüm dünyanın gözü önünde söylemiştir. Böylece içimizdeki o özgürlük ya da eşitlik isteyip tepinen küçük çocuk susturulmuş, bastırılmış olur. Yapılması gerekenin yapıldığına inanırız. Ve böylece hayatlarımıza kaldığımız yerden devam ederiz.

Peki sonuç nedir?

Hayatlarımıza bir önceki gün gibi devam ederiz. Aynı işlerde çalışır, aynı maaşları alır, aynı eğlence merkezlerine ya da sinemalara gideriz. Tepkilerimiz aynıdır. Hala savaşa ve insan katliamına, ya da çevre katliamına karşıyızdır. Birisi ekranların karşısına geçip tüm bunları bizim yerimize söylemiştir. Bu da bize yapılacak bir şey kalmadığı anlamına gelir. Fakat diğer taraftan savaşlar da, çevre ve insan katliamı da, hırsızlık da, yolsuzluk da, sömürü de devam eder. Ama içimiz artık bir nebze daha rahattır çünkü dünya medyası, dünyada olan bu kötü şeylere karşı birilerine söz hakkı vermiştir; bu da demek olur ki artık yüksek mevkideki birileri de tıpkı bizler gibi bunları umursuyor demektir.


Sizi en çok sömüren, dünyanın süper güçleri değil. Sizi en çok sömüren şey beyinleriniz. Çünkü gerçek olmasını istediğiniz her şeye inanıyor ve onu gerçek sanıyorsunuz. Ama aynı zamanda da, asıl gerçeklerden bir o kadar uzaklaşıyorsunuz.


Şöyle düşünün;
Sağ tarafımızda insanlar ölüyor, sömürülüyor. Her şey kargaşa içinde. Birileri bir öğünlük yemeklerine, diğerlerinin bir aylık maaşını ödüyor. Birileri o yemekleri yer ve arta kalanları çöpe atarken; çöpe atılanların yarısından azı, binlerce insanın bir aylık yemek oranına eşit.

Sol tarafımızda ise, tüm bunları gören, bilen ve aynen de dile getiren biri veya birileri var. Televizyonlara, Birleşmiş Milletlere, meclislere ve konferanslara katılıyor. Ödüller alıyor. Dünyanın ilgisini bu acı şeylere çekmeye çalışıyor. Yani sizin yapmak istediğiniz her şeyi yapıyor.


Biz ise, sol tarafımızda gördüğümüz şeyden çok fazla etkileniyoruz ve bunca zaman bu gibi şeylerin özlemini çektiğimiz, yani birilerinin çıkıp bu kötü gidişatı eleştirmesini beklediğimiz için, artık onunla meşgul oluyoruz. ''Evet'' diyoruz. ''İşte birileri çivisi çıkmış bu dünyanın kokuşmuş sistemine karşı dobra dobra konuşuyor. Hem de dünyanın gözü önünde.'' Yani ''iyi insanlar çoğalıyor, endişelenmeye gerek yok..'' Ve bu, bizleri sağ taraftaki resimden uzaklaştırıyor. Çünkü artık gereğinin yapılacağına inanıyoruz. ''İşte artık büyük devletler, Birleşmiş Milletler ve dünya basını bu olaya el attı, artık bir şeyler değişmeye başladı..'' Bu yüzden de hayatlarımıza kaldığımız yerden, daha mutlu ve umutlu şekilde devam ediyoruz.


Yanıldığımız ise çok açık.

Bir yandan doğu ülkelerine silah satıp, diğer yandan kendi ülkelerinde insan hakları ve özgürlükleri adına yapılmadık reformlar bırakmayan ve ülkelerinin her bir bireyinin refah düzeyini normalin üzerinde iyi bir konuma getiren ülkeler; dünyanın özgürlük ve eşitlik adına konuşacak birine ihtiyaç duyduğunu bilecek ve bunu size kendi elleriyle sağlayacak kadar iyi biliyorlar işlerini.


Bunu bazen kendi yetiştirdikleri insanlara, bazen de halkın içinden seçtikleri insanlara yaptırırlar. Dünya medyasının karşısına çıkıp da o mesajları veren kişinin kim olduğu önemli değildir, ister bir kukla olsun; ister masum ve samimi ve sıradan bir insan.. Önemli olan dünyaya bu mesajın verilmesidir.


''Dünyanın süper güçleri ve Birleşmiş Milletler sizleri önemsiyor ve kötü giden her şey için bir çözüm arayışında...''


İşte böyle düşünmenizi isterler.

Ama bizler dünyanın en zengin ülkelerinin, refah seviyesi en yüksek olan ülkelerinin, en demokratik ve en yaşanılabilir ülkelerinin; aslında dünyanın her yerindeki savaşları birinci elden finanse eden ülkeleri olduklarını fark etmediğimiz sürece, bir avuç aptal olarak yaşayıp, bir avuç aptal olarak ölecek ve gömüleceğiz.


Malala olayına dönersek eğer..
Bildiğiniz gibi Taliban, Afganistan ve Pakistan civarlarında oldukça faal. Tıpkı Işid gibi, kendilerine ''Müslüman ordusu'' lakabı takmış bir avuç kansız embesilden oluşuyor. Rus-Afgan savaşında Amerika'nın birebir organize ettiği, silahlandırdığı bir örgüt Taliban. Tıpkı Usame Bin Ladin gibi, Ruslarla savaşmak için bölgeye sürülmüş ve silahlandırılmış, genelde ABD çıkarlarını korumakla yükümlü yüzlerce örgütten yalnızca bir tanesi. Tabi Rus savaşı bitince, Amerika Afganistan'a girip dünyanın en büyük uyuşturucu yataklarını eline geçirmiş ve milyarlarca dolar ekstra bir gelir elde etmişti. Taliban da rolünü oynayıp, işgalden sonra anti-Amerikacı oldular.


Taliban o bölgede silahlı bir örgüt olduğu için, silahlarına dayanarak bazı dayatmalar yapıyor malumunuz olduğu üzere. O dayatmalardan bir tanesi de kız çocuklarının okula gitmesini yasaklamak. Senaryo tanıdık geldi mi? Bir Işid vakıası daha..


Malala da, kız çocuklarının eğitiminin yasaklanmasına karşı çıkan gencecik, ufacık, tefecik bir kız. Bir blog sayfası var ve bu konuda yazılar yazar. Çocukların eğitim haklarının ellerinden alınamayacağı, eğitimin önemi tarzı şeyler. Yazdığı yazılar nasıl olduysa epey bir dikkat çeker ve önce 2011'de ülke çapında ''Pakistan Ulusal Barış Ödülü'' alır, daha sonra BBC ve New York Times kendisi ve yazılarıyla ilgilenmeye başlar.


Bundan bir yıl sonra okula giderken yüzünden ve başından vurulur ve tedavisi için İngiltere'ye götürülür. Bütün masrafları İngiltere tarafından karşılanır. Hatta Obama bile çıkıp bu olayı kınar. Bundan iki yıl sonra da Nobel Barış Ödülü'ne layık görülür.


Devam eden sürede de Birleşmiş Milletler, kendisini bir konuşma yapması için davet eder ve bu genç kız Birleşmiş Milletler'de bir konuşma yapar.


Konuşma tahmin edebileceğiniz gibidir. Doğru yerlere vurgu yapılan, güzel ve anlamlı seçilmiş kelimelerin kullanıldığı, derin bir konuşma. Hatta Birleşmiş Milletler 10 Kasım'ı ''Malala Günü'' ilan eder.


Benim inancım o ki, Malala gerçekten de halkın arasından bir çocuk. Duygu ve düşüncelerinde de oldukça samimi. Ki öyle olmaması için bir sebep yok. Zaten benim burada konuşmak istediğim şey Malala'nın kendisi değil. Benim konuşmak istediğim şey, Malala'nın da tıpkı bugüne kadar ortaya bir şeylerin savunucusu veya çok acı çekmiş biri olarak çıkıp, dünyanın gözü önünde bir şeyler söyleyip, sonra da uğruna savaş verdiği her şeyin aynı dünya tarafından unutulması.


Zira onu dünyanın karşısına geçirenler, aslında onun karşı olduğu insanlar. Bunun farkında mı bilmem. Ama maalesef öyle. Dünyanın bir tarafını sömüren ve ürettikleri ve pazarladıkları silahlarla sürekli olarak savaşlar finanse edenler, ve dünyayı da bu konuyla ilgilendiklerini söyleyerek yıllardır oyalayan insanlar; Malala'ya Nobel ödülü veren, onu Birleşmiş Milletler'de konuşturan ve onu saraylarında kabul eden insanlarla aynı kişiler.


Amaç dünyadaki kötülüklere, adaletsizliğe, cinayetlere ve sömürüye dikkat çekmek falan değil. Bu olayın yalnızca iki amacı var;

Birincisi; dünyaya tüm bu haksızlıklara karşı mücadele verdiklerini göstermeye çalışmak. Duyarsız olmadıklarını, tüm bu kötü şeylere karşı bir şeyler yapmaya çalıştıklarını anlatmaya çalışmak.

İkincisi de; Kendi ürettikleri silahlarla silahlandırdıkları terör örgütleriyle savaşma bahanesiyle, bölgede olabildiğince fazla durmak. ''Bize ihtiyacınız var çünkü sizi kötü kalpli teröristlerden koruyoruz'' mesajının kullanılabilirliğini olabildiğince uzatmak.


Birçoğumuz dünyadaki tüm o adiliklere karşı bir şeyler yapmak, bir ses çıkarmak, harekete geçmek, insanlarda farkındalık uyandırmak, dünyaya bunu duyurmak isteriz. Birçoğumuz tanımına girenlerin yaklaşık %95'i de, bunu Nobel ödülleriyle, Birleşmiş Milletler'de veya dünya medyasının öününe geçilerek yapılacak bazı konuşmalarla, ABD başkanları veya İngiltere kraliçelerinin huzuruna çıkmakla başarılabileceğine inanır.


Fakat ironi odur ki, sisteme karşı bir şeyler yapmak isteyen insanlardan yaklaşık %95'i koskoca bir yanılgı içindedir. Bunlar yalnızca tersine mantıkta bu düşüncedeki insanlara verilen ufak figüran rolleridir.


Lakin Ousmane Sembene gibi ortaya çıkar, ödül törenlerine gider, dünya kameralarının karşısına geçer ve tüm dünyanın önünde kendinize layık görülen bu prestijli ödülleri reddederseniz ve bunu da çok etkili bir konuşma ile yaparsanız, işte o zaman istediğiniz yere, istediğiniz gibi bir ilgi çekmiş olursunuz.


''Ben buraya siz masum görünümlü katilleri eleştirmeye, size nefret kusmaya geldim. Siz katillerin bana verdiği bu ''sus ve bizim için çalışmaya devam et''ödülünü alırsam, inandığım ve savaştığım şeylerin ne anlamı kalır? Ödülünüzü de, yüz yıldır getirmeye söz vererek dünyayı oyaladığınız barışınızı da, demokrasinizi de istemiyoruz. Eğer gerçekten dünyadaki bu pisliklerle mücadele ettiğinizi göstermek istiyorsanız, ürettiğiniz silahları kimlere sattığınızın makbuzlarını ve banka hesaplarını tüm dünyayla paylaşın. Ya da daha iyisi, madem barış istiyorsunuz, silah üretmeyi bırakın. Kendi sığ düşüncelerinize göre ürettiğiniz özgürlük ve bağımsızlık anlayışınızı, bir sömürü aracı olarak kullandığınız barış ve demokrasi kavramlarınızı alın ve kıçınıza sokun!''


Tarzı bir konuşma çok daha işe yarar emin olun. En azından kendilerine karşı savaştığın bu takım elbiseli teröristlerin sana verdiği ödülü ve parasını kabul etmemiş olur ve en azından kendinize ve davanıza karşı dürüst olmuş olursunuz. İnandığınız ve savaştığınız şeyleri, savaştığınız ve karşı olduğunuz adamlar tarafından önünüze sürülmüş bir popülerlik ve maddiyat uğruna satmamış olursunuz. Ki ilk adımda da bizim önce, idealleri ve inançları uğruna her şeyi reddedebilen insanlara ihtiyacımız olacaktır.


Kapitalizmi eleştirip de banka reklamlarında oynayan, emperyalizmi eleştirip de emperyal güçlerin eylem silahı olan, savaşı eleştirip de o savaşı finanse edenler tarafından ödül alan insanlara ihtiyacımız yok; çünkü onlardan milyonlarca var.


Keşke bu iyi niyetli güzel kızımız da veya ailesi de bunların farkında olabilseydi de, eline bu kadar imkan geçmişken, tüm bu sistemi kökünden eleştirebilseydi. Daha on yedi yaşında bir kız kendisi, ondan bu kadarını beklemek fazla cür'etkarlık olabilir belki de. Ama yazının başında da dediğim gibi, benim konuşmak istediğim şey Malala değil; onun içine düştüğü, hepimizin içine düştüğü bu sistem.


Ama elbet gün gelir, dünyanın en büyük mafyası ve teröristleri olan bu süper güçleri, tüm dünyanın önünde rezil edecek, onlarla hem alay edecek, hem de her gerçeği suratlarına bir Osmanlı tokadı gibi indirecek insanlar olur. Ki olacak. Belki bizler olamayız ama, çocuklarımız olabilir inancıyla, onları böyle yetiştirmeliyiz. Çünkü biz olmazsak çocuklarımız, onlar olmazsa da onların çocukları bunu yapacaklar. Yani yine her şey bizimle başlıyor. Nasıl bir nesil yetiştirdiğimizle..


Çocuklarımızın veya torunlarımızın bu heriflerin suratlarına tükürmesi ve ''ödülünüzü alın bi tarafınıza sokun!'' diyebilmesi dileğiyle...

Saygı ve selamlar..

MODERN GÜNAHLAR

$
0
0

Esselamu aleyküm canlar.

Dünya yeni bir hale büründükçe, insanlar da yepyeni hallere bürünmeye başladı. Kafalardaki anlayışlar ve standartlar değişti, ölçüler değişti, bakış açıları değişti. Bir şeyleri yapma veya anlama yolları da değişti, ama varılan yer hala değişmedi. Ki bazı şeyler asla da değişmeyecek.


Örneğin insanların yedikleri yemeklerin türleri değişti. Kimi ürünlere GDO katkısı yapıldı, kimi ürünler ilk defa ortaya çıkarıldı. Fast food denilen ve milyarlarca insanın yediği şeyler üretildi. Lakin yemek türleri değişse de, insanların bunları yeme amacı veya onlara gerek duydukları gerçeği asla değişmedi. Binlerce yıl önce de insanlar acıkıyor ve yemek yiyorlardı, şimdi de öyle yapıyorlar.


Belli sınırlar çerçevesinde her şey değişir; yine belli sınırlar çerçevesinde hiçbir şey, asla değişmez. Bu gerek insan olmanın, gerekse doğanın ve evrenin kanunudur.


Fakat gelin görün ki, birçok günümüz insanı, değişebilen ve değişmeyen bu şeylerin arasında kalmış. Ne yapmaları gerektiğini bilmiyorlar, çünkü düşünmüyorlar. Düşünseler de, içinde bulundukları çağdan bağımsız düşünemiyorlar. Beyinleri köleleştirilmiş. İçinde bulundukları çağ, beyinlerini ele geçirmiş ve kendisinden bağımsız düşünmesine asla izin vermiyor.


Bu yüzden etrafınızda ve her yerde arafta kalmış insanlar görürsünüz. Sizin gibidirler. Normal görünüşlü, normal alışkanlıkları olan, yemek yeyip uyuyan insanlardır. Fakat göremediğiniz kısımda, yani beyinleri ve kalplerinde ne yazık ki koca koca kelepçeler taşıyan insanlardır.


Kafaları o kadar karışmış, o kadar allak bullak olmuş insanlardır ki, kötü bir şeyden bahsettiğinizde ve bahsedilen bu kötü şeyi kendisinin yapıp yapmayacağını söylediğinizde, cevabı kesinlikle ''tabiki asla yapmam'' tarzında, oldukça kararlı ve ikna edici olacaktır. Lakin aynı şeyin başka versiyonunu, yalnızca başka bir forma bürünmüş olan halini belki de her gün yapıyordur. Ya da yapılmasına ses çıkarmaz.


İşte bu da günümüz dünya sisteminin, insanların kafalarının içine ne denli girdiğini ve onu ele geçirdiğini gösterir. Buna elle tutulur örnek verecek olursak eğer; sokaktan geçen sıradan bir insana ''hırsızlık nasıl bir şeydir?'' ve ''Hırsızlık yapar mısınız?'' sorularını sorarsak, neredeyse tamamına yakını bunun çok kötü bir şey olduğunu ve asla yapmayacaklarını söyler. Bunu onlara kafalarındaki hırsızlık tanımı söyletir.


Lakin aynı insanlara daha önce hiç başkasının wifi'sine bağlanıp bağlanmadıklarını, hiç internetten dizi veya film izleyip izlemediklerini, ya da şarkı indirip indirmediklerini sorarsan, neredeyse hepsi ''evet'' cevabını verecektir.


Öyleyse ufak bir beyin fırtınası yapalım.

Bir film veya dizi yapımı için oldukça yüksek paralar harcanır. Oyunculara verilen paralar, ekipmanlar, iş ekibi, kiralanan yerler vs vs.. Tüm bunlar oldukça yüksek meblağlar karşılığında yapılır ve bizim bildiğimiz ve izlediğimiz diziler ya da filmler haline getirilir. Bunun karşılığında ise, televizyon veya sinemada izlenme oranlarına göre para kazanırlar. Bir süre sonra da DVD ve CD'ye aktarılan bu dizi ve filmler, yine yapımcı şirkete para kazandırır. Kısaca dizi ve filmlerin yapılış amacı, diğer tüm işlerde olduğu gibi para kazanmaktır.


Fakat bir insan gidip de bu dizi ve filmleri internetten izler veya korsan CD-DVD'sini satın alırsa, sahibine para kazandırması gereken bu dizi ve filmler para kazandıramazlar. Yani bu, birinin evine girip cebinden para çalmakla eşdeğer bir harekettir. Çünkü bu iş için, yapımcıların cebinden para çıkmıştır. Ve alınan korsan CD-DVD'ler ve internetten izlenen film-diziler, bu adamların parasıyla yapılmıştır. Demek olur ki, bu iş o adamların cebinden paralarını çalmakla eşdeğerdir.


Hakeza film,dizi ve bazı belgesellerde ''yasal uyarı'' kısımları olur, hani şu izlediğimiz şey başlamadan önce kimsenin asla takmadığı hatta zaman kaybı diye ilerlettiği kısımlar var ya, işte onlar. O kısımlarda ''bu filmin çoğaltılması ve izinsiz satılması, internetten indirilmesi... suçtur'' gibi şeyler yazar.

İşte o şeyler suçtur.


Aynı şeyi şarkılar için de söyleyebiliriz. Oyunlar için de söyleyebiliriz. Aynı yasal ibareyi taşıyan her şey için söyleyebiliriz. Çünkü birilerinin emek ve para harcayarak ürettiği ve para kazanmak için satışa çıkardığı şeye, üretenlere para kazandırmadan sahip olmanın adı ''hırsızlık''tır.


Yani, ''hırsızlık nedir?'' ve ''hırsızlık yapar mısınız?'' sorularına kesin bir tavırla ''asla'' diyen insanların neredeyse tamamı, mutlaka bir kez bile olsa internetten dizi, film, belgesel, şarkı indirmiş veya izlemiş; ya da korsan DVD-CD almıştır. Ya da başkasının wifi'sine bağlanmıştır.


Bu da demek olur ki, insanların kafalarındaki hırsızlık kavramı değişmiş. Kafalardaki bu kavramla oynanmış. Ve insanlar yaşadıkları bu çağın düşünce sisteminin öyle veya böyle kölesi olmuşlar. Beyinlerine ve kalplerine bağlanan kelepçeler sayesinde düşünemiyorlar. Çünkü birkaç dakikalık bir düşünce bile, bu olayı anlamalarına yetecektir. Fakat insanlar düşünmek istemiyor. Böyle mutlular. Gözlerini kapatıp, kafalarında yarattıkları bir hayal dünyasında yaşıyorlar. Lakin gözlerini açsalar adeta bir cehennemde yaşadıklarının farkına varacaklar. Tek yapmaları gereken şey ellerini gözlerinin önünden çekmek. Ama gerçek olduklarına inandıkları yalanlarla mutlu olan insanlar, güzel yalanları çirkin gerçeklere tercih etmekte devam ediyorlar.


Sevdiğiniz, ya da karınız veya kocanız tarafından aldatılsaydınız, bunu bilmek ister miydiniz? Yoksa bilmeyerek mutlu yaşamaya devam mı etmek isterdiniz...?


Müslümanlara şunu hatırlatayım;
Eğer bunları yaptıysanız, veya hala yapıyorsanız, hesap gününde hırsızlıktan yargılanacaksınız..


Ama tabi bunun bir çözümü var.
İzlediğiniz veya indirdiğiniz dizi ve filmlerin orjinal DVD-CD'lerini satın alabilirsiniz. Böylece para kazandırmanız gereken insanlara o parayı kazandırmış olursunuz.


Bir diğer yeni nesil günah ise, nette veya telefonda kısaca sanal alemde gıybet etmektir. Yani insanlar hakkında konuşulmaması gereken şeyleri konuşmak, iftiralar atmak. Özellikle bu konu cidden üzerinde durulması gereken bir konudur. Zira sanal sosyal paylaşım sitelerini kullanmayan insan neredeyse yaşamıyor. Ve buna bağlı olarak da sürekli birileri ya da bir şeyler hakkında yorumlar veya ithamlar yapılıyor.


Arkadaşlarınla bir araya gelip yaptığınız gıybetle, sosyal paylaşım ağlarında veya telefonlarınızda yaptığınız gıybetin arasında hiçbir fark yoktur. Gerçi bu dönemde yüz yüze olsalar da kimsenin gıybete dikkat ettiği, bundan kaçındığı yok ama.. Yine de bazı kimseler bunu yapmaya dikkat ettikleri halde, sanal alemlerde gıybetin alasını yapmaktalar. Çünkü gıybetin ne olduğu konusunda, nelerin gıybete girdiği konusunda ne yazık ki diğerleri gibi kafaları karışık. Düşünmüyorlar.


Bir diğer modern günaha geçelim.
Herkesin akbil basarak bindiği otobüse veya metrobüse, ya da herkesin para vererek bindiği minibüse akbilsiz veya parasız binmek..


Ya da bir kul hakkı olarak sırada yer çalmak..
Mesela ben çoğu zaman otobüs durağına ilk gelirim, ya da benden başka en fazla bir iki kişi olur. Fakat birkaç dakika sonra toplanan kalabalık otobüsü görünce öyle bir canhıraşhane şekilde otobüse doğru hareketlenirler ki, ortada sıra falan kalmaz. İlk binmesi gereken ben, her zaman en son binerim. Hatta bu olurken çoğu zaman da arkamdakilere de yer veririm, çünkü onlardan biriymiş gibi hissetmek istemem. Yani otobüse en son binsen de aynı yere gidecek, en son binsen de. Öyleyse bu ilk binme savaşı ne? Oturarak gitme hevesi uğruna insanların sırasını çalmak neden? Bu da hırsızlığın bir diğer çeşidi değil mi?


Ya da yolda yürürken insanlarsa çarpmak ve hiç özür dilememek..
Bildiğiniz üzre aşırı kalabalık bir şehir İstanbul. Neredeyse yirmi milyona yakın insan var. Caddeler, meydanlar ve toplu taşıma araçları günün her saati ağzına kadar dolu. Bu da haliyle insanları birbirlerine fiziksel olarak yakın kılıyor. Çoğu zaman bir gün içinde onlarca kişiyle çarpışabiliyorsun.


Fakat çarpışmanın fazlalığından mı bilmem, birine çarpan veya ayağına basan kimse artık dönüp özür dilemiyor. İnsanlar kaba.

En ufak, zerre kadar hak sahibinin hakkını almadan bir yere kımıldamayacağı bir gün gelecek, unutmayın. En ufak hak sahibi, yanlışlıkla omzunuzun dokunduğu biri bile gelecek ve sizden hakkını isteyecek. Ona sevaplarınızdan vermek zorunda kalacaksınız, yeteri kadar sevabınız yoksa da onun günahını alacaksınız. Terazi şaşmayacak.


Yani en ufak bir şeyin bile karşılığının çok büyük olduğunu bilmesi gereken bizler, nasıl oldu da bu kadar umursamaz hale geldik?


Amerikan dizi ve filmlerinin bizlere dayattığı kişilikler, olmamız gereken kişiliklerin tam tersi istikametinde bugün. Yolda birine çarpınca, ''Hey dikkat etsene biraz!'' diyen kişiye; ''canın cehenneme adamım!'' deyip, umursamaz ve küfürbaz karakterler ürettiler.
''Çok af ederseniz, istemeden oldu'' diyen insanların sayısı giderek azaldı, bir süre sonra da onlarla karşılaşılınca şaşırılır ve ''hmm gerçekten çok kibar biriymiş'' deme durumuna gelindi. Zaten olması gereken buyken üstelik..


İnsanların kafalarındaki yargıları ve ölçüleri değiştirirseniz, onlara her şeyi yaptırabilirsiniz.
''Asla hırsızlık yapmam'' diyen birine, hırsızlığın başka versiyonu olan başkasının wifi'sini kullanmayı veya emeğini çalmayı son derece normal şekilde yaptırabilir ve ''e canım herkes kullanıyo, herkes alıyo'' gibi cevapları verdirtebilirsiniz.


Bense çapın ve insanlığın gittiği bu yönde, çağdaş ve modern olmayı reddediyorum. İnsanlık tarihinin, insanlıkta en geri kalmış çağının çağdaşı; köleliğin ve her türlü sömürünün, iki yüzlülüğün moda olduğu çağın moderni olmayı reddediyorum. Sığ kafalı aydınların ve bin dolarlık takım elbise giyen eli kanlı beyefendilerin kalın hatlarla, kendi kafalarına göre çizdiği çağdaşlık ve modernlik anlayışını tanımıyorum. Bizim gibilerin ufku, bu kalın kafalı kodomanların çizdiği hatlara sığmaz çünkü.


Bu tür insanların, sizi o kendi çizdikleri modernlik, çağdaşlık, özgürlük ve insan hakları çizgilerine uymamakla suçlaması, kendi sistemlerine köle olmadığınızdandır. Unutmayın; kedi uzanamadığı ciğere murdar der..

Saygılar..

İADE-İ İTİBAR; FADİME ŞAHİN

$
0
0

Esselamu aleyküm.

Hepimiz tuhaf insanlarız. Bazen çok kolay inanıyoruz. Bazense bizi inandırmak deveye hendek atlatmaktan çok daha zor oluyor. Bazen ise o deve o hendeği atlasa da, biz deveye de hendeğe de inanmamayı seçiyoruz.


Neredeyse hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada yaşıyoruz artık. Teknoloji ve bilimin gelişmesiyle övüneduran insanları bir kenara koyun, çünkü bilimin bu kadar ilerlediği günümüzde, insanların aynı oranda aptallaşması çok tuhaf. Bilim ilerledi, insanlar aptallaştı; teknoloji ilerledi; insanlar tembelleşti. Yaşlı dünyamız ise bilim ve teknoloji adına yapılan tüm o deneyler ve buluşlar nedeniyle ölüm döşeğinde, ateşi çok yüksek şekilde, serum alarak yaşamaya çalışıyor. Doktorlara göre ise ömrü oldukça azaldı. Kendimizi en kötüsüne hazırlamamız ve kalan günlerini en mutlu şekilde geçirmesini sağlamamız konusunda tavsiyeler aldık. Allah affetsin.

Dünyayı değil tabi. Onu öldürenleri.


Neredeyse hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı bir dünyada yaşadığımızdan bahsetmiştim. Neye inanmamız isteniyorsa ona inanıyor, nasıl yaşanmamız isteniyorsa ona göre yaşıyor, neleri savunmamız ve nelere muhalif olmamız isteniyorsa bunlara göre bir şeyler savunuyor ve bir şeylere muhalefet ediyoruz.


28 Şubat 1997 tarihinde, bir cumhuriyet geleneği olarak ordu yine yönetime el koydu. Gerekçeleri ise her zamanki gibi aynıydı; ''Etkisi azalan Atatürk ilke ve inkilaplarını yaşatmak ve laikliği korumak''
Yobaz kemalist kesimin ve seyyar laik teyze kafasının her defasında savunduğu bir gelenek halini almıştı askeri darbe. Çok sevdiğim ağabeyim Erem Şentürk'ün yüzde yüz katıldığım deyimiyle; ''Bu kemalist, sekülerist kafanın, postalla aralarında pornografik bir fetişizm var. Postal yalamaya gerçekten bayılıyorlar.''

+18
Her on senede bir halkın seçtiği iktidar asker tarafından indirilecekse, bizi neden yıllarca; ''cumhuriyet halkın kendi kendisini yönettiği bir yönetim biçimidir. Atatürk bize bu yüzden bu özgür ve demokratik cumhuriyeti hediye etti. Özgürlüğümüzü kazandık.'' gibi bir yalana inandırdılar sizce?

Neyse başka yazıda artık..

Darbeci demokratlar tarafından her 10 yılda bir düzenli olarak yalanan postal

28 Şubat postmodern darbesinde, ülke ''Fadime Şahin, Müslüm Gündüz ve Ali Kalkancı'' isimleriyle sabahlıyor ve geceliyordu. Ve medya, bu üç ismi kullanarak bir darbe devşirdi. Yıllar sonra bunların nasıl tezgahlandığını da binlerce tanık ve belgeyle gördük. Fakat 98 doğrunun yanında, bizi bir iki yalana da maruz bıraktılar.


Evet 28 Şubat Çevik Bir'in de dediği gibi başta İsrail, sonra da Amerika'nın çıkarları doğrultusunda yapılmıştı. Evet 28 Şubat bir komplo, bir tezgahtı. Birçok ifşalar geldi ard arda. Fakat aralarından bir tanesi yanlıştı; Fadime Şahin.


Ben de dahil olmak üzere, birçok postal yalayıcı pornografik fetişizm taifesine düşman olan kesim ne yazık ki Fadime Şahin konusunda anlamadan dinlemeden, yalnızca birkaç uydurulmuş yalana inandık. O yalan Fadime Şahin'in bizzat darbe odaklarından aldığı görevle ortaya çıkan, paralı bir oyuncak olduğuydu.


Fakat geçenlerde Emine Şenlikoğlu'nun Fadime Şahin ile yaptığı bir röportajı okudum. Ve gerçekten ne kadar büyük bir hata yaptığımı gördüm. Çünkü kendisi hakkında darbe zamanında söylenenler de, darbe sonrası söylenenler de yalandı. Lakin anlamadığım bir şey vardı. Darbe zamanında uydurulan yalanların kimlerin ve hangi amaçlar doğrultusunda üretildiği malumdu; peki darbe sonrası, bu darbeyle hesaplaşanların arasında bu tür bir yalanı veya yalanları uyduranlar kimlerdi?


Ortada dolaşan birileri, iki taraf adına da yalanlar uyduruyordu.
Ve bu da bana yine kendisinden çok şey öğrendiğim Ousmane Sembene'yi hatırlattı;

''Her gelen gemiden, kıyımıza hep ikiye bölünmüş tekneler yanaştı. İlk gelenler zulmettiler; arkasından gelen arkadaşları, zulmü durdurma vaadiyle bizi ele geçirdiler.''


Bahsedilen sistemin yalnızca Afrika'da olduğunu sanmayın sakın. Bu sistem her yerde işledi ve hala işliyor. Size önce bir düşman, sonra da o düşmanın karşısında duran dost görünümlü bir başka düşman gönderirler. Sizi özgürlük için ayaklandırırlar. Fakat sizi özgürlük için ayaklandıranlar, özgürlüğünüzü çalanlarla her akşam aynı masada on bin dolarlık viskilerini ve şaraplarını yudumlarlar.


İçimizde, bizden gibi görünen ve 28 Şubat'ın tek darbe almayan Müslüman isimli cemaati olan bir cemaat vardı; The Cemaat. Siyaseti sevmeyiz diye insanları kandırıp, kendi bürokrasisini kuracak kadar büyük maddi ve derin bir güce sahip bir topluluk bu. İçimizdeki İrlandıları da tanımış olduk böylece.


Lakin konumuz The Cemaat değil; Fadime Şahin.
Fadime Şahin'in Emine Şenlikoğlu'na verdiği röportajın tamamı şu adreste; Link


Özetle kendisi medyanın tehditleri üzerine kullanılmış biri. ''Neden 28 Şubat döneminde televizyon programlarına çıktı?'' sorusu hepimizin aklına geldi, benim de öyle. Sebebi medyanın kendisini ve ailesini tehdit etmesiymiş meğer, bunu yıllar sonra öğreniyoruz. Darbe ile hesaplaşma döneminde ise sürekli olarak Fadime Şahin olduğu söylenen kadınlar ortaya atmışlar. Ona biraz benzeyen ya da benzetilen kadınları medyaya servis edip; ''İşte Fadime Şahin'in son hali''şeklinde haberler yaptırmışlar. Ne yazık ki ben de buna kapılanlardan olmuştum. Ama aksini görmek ve kabullenmek, ben ve benim gibiler için yeterli olmaz asla. Çünkü beni okuyan binlerce insana söylediğim şeylerin tekzibini yapmak zorundayım.


Zaten verdiğim röportajı okursanız her şeyi kendiniz göreceksiniz. Kendisine kızdığım ve sinirlendiğim çok şey var evet, ama bunlar ona bir iftira atmamıza sebep olamaz, ya da atılan iftirayı tekzip etmemize engel olamaz.

İnsanlar hakkında bir kanaate varırken daha dikkatli olmamız dileğiyle.
Saygılar..

Viewing all 129 articles
Browse latest View live